Bizim takım artık sağ elle yemek yiyor. Bunu devam ettirecek biri gelmeli. Gelen sol elle yedirmeyi denerse, o yemeği üzerimize dökeriz. Tekrar 20 yıl geriye döneriz...
Futbol Federasyonu’nun kendisine sorması gereken çok önemli sorular var? Biz kimiz? Bizim ekolümüz ne? Ne tür karaktere sahibiz? Oyuncu profilimiz nasıl? Hoca ararken bunlara dikkat edilmeli...
Ülkemizde uzun bir süredir Milli Takım hocalığı konusunda “yerli mi, yoksa yabancı mı” olsun tartışmaları var.
İstatistikler ülkeler için en doğru tercihin yerli olduğunu gösteriyor. Örneğin 1930 yılında başlayan ve Uruguay’da düzenlenen Dünya Kupası macerasında ilk gülen Uruguay Milli Takımı. Teknik Direktörü de Uruguaylı Alberto Suppici. Son Dünya Kupası 2006’da Almanya'da yapılmış. Kazanan İtalyan hoca Marcelo Lippi ile İtalya Milli Takımı. 18 kez gerçekleşen Dünya Kupası organizasyonlarında mutlu sona ulaşan tüm ülkelerin hocası yerli.
Avrupa Şampiyonaları’na bakın; 13 kez düzenlenmiş. İlk kez 1960 yılında Sovyetler Birliği kendi vatandaşı Teknik Direktör Gabriel Kachalin ile kupayı kaldırmış. Son Avrupa Şampiyonu 2008’de İspanya. Hocası yine vatandaşı Luis Aragones. Sadece Alman Otto Rehhagel ile şampiyon olan Yunanistan istatistiği bozmuş. 13’de 12... Hep yerli...
Tartışılmaz konu
Aslında istatistiklere baktığımızda tartışılmaz tek konu bu. Bizim ülkemizin futbolu, medyası, taraftarı, kültürü dünya ile çok farklı. Ben de hoca iyi mi, kötü mü, yetenekli mi, yeteneksiz mi diye ayırt ederim. İllaki yerli diye yeteneksiz birini tabii ki getiremem. Hele hele şu atmosferde... Yerli hocaların bu işi çok iyi becereceğine inandığım halde...
Türkiye’de yerli hocanın başarılı olacağı kavramını Fatih Terim getirmiştir. Neden getirmiştir? Çünkü Türkiye’de bir devrim yaratmıştır. “Defans yaparak yenileceğime, hücum yaparak yenilirim” demiştir. Bu felsefeyi yerleştirmiştir. İniş - çıkışlar olmamışmıdır. Olmuştur elbette. Ancak o eskilerdeki onurlu mağlubiyetler dönemi bitmiş, deplasmanda alınan beraberliğe bile üzüldüğümüz bir ortam gelmiştir. Keşke Terim devam etseydi. Bu ayrı bir konu. Ama şu geçiş döneminde yabancı teknik direktörün biraz daha kredisi fazla olacak. Aslında tehlikeli bir geliş tabii... İyi giderse yabancı taraftarları “gördünüz mü?” diyecekler, kötü giderse yerliyi savunanlar aynı şekilde “gördünüz mü?”yü yapıştıracak. Bu gördünüz mü denecek süreçte kredisi fazla olan yabancı olacaktır. Yani yerli bir arkadaşımızın yıpranmaması mümkün değil... Yoksa çok kabiliyetli hocalarımız var. Zaten istatistikler de bunu doğruluyor.
Futbol Federasyonu’nun uyguladığı sistem yanlış değil. Acele etmemekte haklı olabilirler. 7 Şubat’taki kura çekimine kadar zamanları var. Bu tarihten sonra da anlaşabilirler. Ancak dünyadaki futbol kültürüne henüz ayak uyduramamış ülkemiz için bu durum fazla geçerli değil. Bu kadar sabır bizde ters etki yaratıyor.
Kendimden örnek
Sebebini kendimden bir örnekle anlatayım. 1999-2000 sezonunda Sayın Aziz Yıldırım, Fenerbahçe hocalığı için beni çağırmıştı. Prensip olarak anlaştıktan sonra benim imza atmam 3-4 hafta almıştı. O süreçte teknik direktörlük için Mustafa Denizli de gündeme getirildi. Hatta yabancı olsa daha iyi olur da dendi. Bu 3-4 haftalık zaman dilimi içinde kimse kredimin azaldığını göremedi. Denizli mi, Dilmen mi, yoksa yabancı mı tartışmaları benim gücümü zayıflattı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Trapattoni mi, Hiddink mi, yerli mi, yabancı mı tartışmaları bize ters... Kim gelirse gelsin kredisi ister istemez azaldı...
Neyse imza attık. Ancak camia ve basın üçe ayrılmıştı. Rıdvan Dilmenciler, Mustafa Denizliciler, yabancı isteyenler. Yani ilk günden itibaren bir yıpratma kampanyasının içinde bulmuştum kendimi.
Bu olay tersi olsaydı. Mustafa Denizli yıpranacaktı. Aynı şeyi ona da yapacaklardı. Futbol Federasyonu herkesle görüşme hakkına sahiptir. İstediği kadar bekleyebilir de... Ama Türkiye’de bu uygulama kaos sebebi.
Asıl konuya geliyorum. Futbol Federasyonu’nun kendisine sorması gereken önemli sorular var?
Biz kimiz? Bizim ekolümüz ne? Ne tür karaktere sahibiz? Oyuncu profilimiz nasıl? Avrupalı oyuncular geldiğinde kimileri, “Türkiye çok zor, sert futbol oynanıyor” diyor, kimileri “Rahat. Çok güzel” yakıştırmasını yapıyor. Bakış açıları farklı. İşte federasyonun bu işi bilenlerle çalışıp, gelecek hocayı belirlerken bizim ekolomüzü gözönünde bulundurması gerek.
Futbolumuzun son dönemlerdeki gidişini kimse farkedememiş olabilir. Ama düşünün naklen yayın ihalesinde 300 milyon dolarlardan bahsediliyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde TV gelirlerindeki artış yüzde 10’u bulmuyor. Bizde yüzde 80’lere dayanmış durumda.
Evet, Dünya ve Avrupa şampiyonalarının gediklisi değiliz ama bir ekol yarattık. Bir futbol kültürü içimize yerleşti. Bu zaman zaman pozitif de yansıyor, negatif de... Ama iyiyken de kötüyken de bir felsefesi olan bir takımız artık. Ben son dönemlerde oynadığımız maçlarda “amma da pozisyon verdik” demedim. Ama “çok gol kaçırdık” dediğimiz fazlasıyla oldu. Yani biz öne doğru oynamayı seven bir yapıya sahibiz artık. Son elendiğimiz gruba bakın. İspanya’ya iki maçta altı pozisyon verdik, sekiz tane biz yakaladık. Geleceğim nokta şu; “Biz kimiz diye bir düşünün, ondan sonra hoca bulun...”
Löw’e gittiler, Alman ekolü... Hiddink, Hollanda ekolü... Trapottini İtalyan ekolü... Ama Türkiye’nin ekolüne, kültürüne uyacak biri var mı, ona bakılmıyor. Bizim takım artık sağ elle yemek yiyor. Bunu devam ettirecek biri gelmeli. Gelen sol elle yedirmeyi denerse, o yemeği üzerimize dökeriz. Tekrar 20 yıl geriye döneriz.
Ben sadece fikrimi söylüyorum. Ülke şartlarını, ülke futbolunu, bu ülkenin psikolojisini, oyuncu karakterlerini bilen birinin getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bakın bizim oyuncuların çoğu yarışmacı takımlarda oynadıkları, sürekli baskı altında kaldıkları için milli takım kamplarına defolu geliyorlar. Örneğin Emre Belözoğlu. Her maç öncesi mutlaka problemi oluyor. İşte Milli Takım hocasının ona hangi psikoloji ile yaklaşacağını bilmesi gerek. Oyuncusunu tanımalı. Bir de Türk Milli Takımı hızla seyirci kazanmaya başlamışken, taraftarı yeniden kaçırmayalım.
Aynı ekiple devam etsek
Son zamanlarda sürekli “Teklif gelirse kabul eder misin?” diye soruyorlar. Tabii ki evet diyorum. Çünkü tersini söylesem bu kez kendine güvenmiyor diyecekler. Ama mesele Rıdvan Dilmen olmuş, bir başkası olmuş değil. Mesele Türk Futbolu’nun geleceği. Çareyi uzaklarda aramak doğru gelmiyor bana. Fatih hocaya yeniden gel diyelim. “Hayır” mı dedi, onun oturttuğu felsefeyi bozmayacak bir arkadaş olabilir. Ancak altını da çiziyorum. Gelecek hocaya da saygısızlık etmem. Onun da başımızın üzerinde yeri vardır. kim olursa olsun. O nasıl Türkiye’nin hocalığını yapacaksa, bizlerin de antrenörü olacaktır.