Cenabı Allah insanları farklı farklı yaratmış. Yarattığı her kuluna da farklı meziyetler vermiştir. Bizim eğitim sistemimiz ise her öğrencinin aynı yarışa tabi olmasına dayanıyor. Âmâ bu fıtratımıza uygun değil. Her insanın matematikten anlaması mümkün olamaz. A.Einstein’ın “Aslında herkes bir dâhidir… Ama siz kalkıp bir balığı ağaca çıkma yeteneğine göre yargılarsanız, balık tüm ömrünü bir aptal olduğuna inanarak geçirecektir.” sözleri aslında tamda bizim eğitim anlayışımızı ifade ediyor. Her çocuk bir dâhidir. Mutlaka kendine has özellikleri vardır. Bu özellikleri keşfedecek bir öğretmene ihtiyacı vardır. Hayatta şanlıysanız yeteneklerinizi keşfederek size destek olacak iyi bir öğretmeniniz olur.
Howard Gardner’ın geliştirmiş olduğu çoklu zekâ kuramına göre insanları zekâ alanları bakımından sekiz kısma ayırmıştır. Bu zekâ alanları; sözel-dilsel zekâ, kişiler arası-sosyal zekâ, bedensel-kinestetik zekâ, doğa zekâsı, mantıksal-matematiksel zekâ, öze dönük-içsel zekâ, müziksel -ritmik zekâ ve görsel-uzamsal zekâdır. Dokuzuncu zekâ alanı olarak varoluşçuluktan bahsediliyor ama bu alanda çalışmalar hala devam etmektedir. Kişisel kanaatim ise varoluşçuluğun öze dönük-içsel zekâ içerisinde yer almasıdır. Çünkü Gardner’a göre öze dönük-içsel zekâya sahip olan bireyler diğer zekâ alanlarına göre bir tık daha önde olurlar. Çocuk dünyaya gelirken kalıtım yoluyla anne ve babadan almış olduğu özelliklerle bu sekiz zekâ alanından her birisine az ya da çok sahip olarak doğar. Ardından çevreyle girmiş olduğu etkileşim sonucunda zekâ alanları şekillenerek bir zekâ alanı diğerlerine göre daha ön plana çıkar. İşte bu zekâ alanına çocuğun baskın zekâsı denir.
Çoklu zekâ kuramı bütünlük ilkesi içerisinde gelişir. Birey bilişsel, duyusal ve psikomotor olarak bir bütündür. Bunun anlamı zekâ, duygular ve bedenin birbiriyle bağlantılı bir şekilde gelişmesidir. Örneğin siz spor yaparken vücudunuzun bütün kasları az ya da çok gelişir. Önem verdiğiniz bölge sizin baskın olarak çalıştığınız kısımdır. Yani diğer kısımlara göre daha belirgin gelişen bölgedir. Bu bilgileri sizinle paylaşmamızın amacı eğitimde ve değerlendirmede bu unsurların da dikkate alınması gerekliliğidir. Çünkü ülkemizde uygulanan eğitim sistemi “Çoklu Zekâ Kuramına “ dayanıyor. Teoride yine sıkıntı yok. Uygulama Allaha emanet. Âmâ değerlendirme nedense hep ezbere dayalı oluyor.
Bir çocuğun derslerinin çok iyi olması iyi bir birey olacağı anlamına gelmez. Aynı mantıkta derslerinin kötü olması ya da matematikten anlamaması kötü bir birey olacağı anlamına yine gelemez. Verilen bilgileri örneklerle açıklarsak daha anlaşılır olacağı kanısındayım. Bugün eğitimde ülkemizden çok daha önde olan gelişmiş ülkelerde bireyin zekâ alanına uygun ihtiyaçları belirlenerek, yetenekli olduğu alanda eğitim veriliyor. Bizim ülkemizde ise zekâ alanının ya da bireyin ilgi alanlarının hiç birisi önemsenmeden tek kalıpta eğitim veriliyor. Çocukların bireysel farklılıkları maalesef önemsenmiyor. Bir çocuk ya da yetişkin kendisi için önemli olan bir etkinliğe dâhil olduğunda; öğreneceği bilgilere ihtiyacı olduğunu düşünüyorsa o etkinliğe pür dikkat dâhil olur. Âmâ çocuğun ilgilisini çekmiyorsa, maalesef o etkinliği umursamaz. Bakınız yetişkin bir insanın bile maksimum algılama süresi yirmi dakikadır. Bu süre çocuklarda yaşa oranla azalır.
Eğitimde amacımız çocukların ihtiyaçlarını karşılayarak; Hz. Ali’nin de dediği gibi çocuklarımızı yaşayacakları döneme göre yetiştirmek olmalıdır. Çoklu zekâ kuramına göre eğitim yapılıyorsa; değerlendirme de bu kurama göre olmalıdır. Ülkemizde KPSS sınavıyla memur ve öğretmen alımı yapılıyor. Bir tarih öğretmeninden matematik sorularını yaparak atanması isteniyor. Aynı mantıkta bir matematik öğretmeninde de de tarih sorularını yapmasını istiyorlar. Şimdi bu durumda ne var? Gayet adaletli gibi gözüküyor ama matematik öğretmeni tarih bilgisinin kendi branşının hangi alanında kullanacak? Bu durum şuna benzer; basketbol takımına oyuncu alırken boy kriterini değil de kilo kriterini kullanırsanız, sağlıklı bir seçim yapmış olamazsınız. Matematik öğretmenini matematik sorularıyla, tarih öğretmenini tarih sorularıyla değerlendirmeliyiz. Tabi ki öğretmenlik meslek bilgisini de unutmamalıyız.
Birde ALES diye bir sınav var ki evlere şenlik. Zekâyı sekiz bölüme ayırıyoruz ama ALES sınavında sadece Türkçe ve matematik soruyoruz. Bir tarihçinin akademik kariyer yapacağını düşünelim. Bu yeterliliğe sahip olup olmadığını Türkçe ve matematik sorularıyla belirlemeye çalışıyoruz. Bu kafayla eğitimde işimiz çok zor. Şimdi yiyeceksiniz ki bunun konumuzla ne alakası var? Ülkemizde uygulanan eğitim sistemini, geliştirilen programları, akademisyenleri, yetiştirilen öğretmenleri ve öğrencileri gözünüzün önüne alıp biraz düşünün…Doğru kriterler kullanarak değerlendirme yapmazsanız; işten anlamayan ama anlıyormuş gibi görünen bir sistem ortaya çıkar. Hani şu Güldür Güldür programında ki Şevkiting Sucukları gibi...
Peki, bütün bunların sebebi matematik mi? Tabi ki hayır. Matematik dünyanın en kolay dersidir. Âmâ onu biz zorlaştırıyoruz. Çocuklara matematiği sevdireceğimize, matematiği bir korku haline getiriyoruz. Şimdi hadi canım oradan dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız çünkü benim kastettiğim hayatın içinde olan matematiktir. Sen tutup matematiği havuz problemi haline getirirsen tabi ki Cem Yılmaz bununla alay eder. Allah aşkına akıllı bir adam havuzu aynı anda doldurup boşaltır mı? Sanki su bedavaymış gibi iki musluk dolduracak, vay efendim diğeri boşaltacak. Akli dengesi yerinde olan bir kişi günlük hayatta böyle bir iş yapar mı? Matematiği çocuklara hayatla öğretmeliyiz. İşte o zaman ilgilerini çekecektir. İşte o zaman çocuk matematiğin ne kadar önemli olduğunu anlayacaktır. Herkes matematik yapmak zorunda değildir. Cenabı Allah’ın vermiş olduğu yeteneklere göre öğrencileri yetiştirmeliyiz. Mükemmel derecede bedensel zekâya sahip olan bir öğrenciye ille de matematik derseniz; . A.Einstein’ın dediği gibi çocuk tüm ömrünü bir aptal olduğuna inanarak geçirecektir.