Bizde ordu yıllarca bir diktatör gibi davrandı.
Bir kişi değil ama bir “kurum” iktidarın sahibiydi, silah zoruyla elde edilen bu iktidarı sürdürmeyi de çok doğal buluyordu.
Generaller, halkı da, halkın oylarıyla seçilen parlamentoyu da fütursuzca aşağılıyordu.
28 Şubat’ı hatırlıyorum.
Genelkurmay İkinci Başkanı ile onun, rütbesinden çok daha fazla bir yetkiye sahip yardımcısının halleri hâlâ gözümün önünde.
Bir telefonlarıyla gazete patronlarını titretiyorlardı.
Bütün devlet bürokrasisini Genelkurmay’da toplayıp brifingler yapıyorlardı.
Bir genelkurmay başkanı, “28 Şubat, bin yıl sürecek” diyebiliyordu.
Seçimle işbaşına gelmiş başbakana gazetecilerin önünde “pezevenk” diyen generali terfi ettiriyorlardı.
Faili meçhul cinayetleri kimse soruşturamıyordu.
Banka yolsuzlukları gırla gidiyordu.
“Darbe yapmanın” hiçbir tehlikesi olmadığına, hatta darbe hazırlıklarının generallerin “asli görevleri” arasında bulunduğuna inanıyorlardı.
AKP iktidara geldikten sonra da bu inançlarını ve alışkanlıklarını sürdürdüler.
Toplumu yok farz ettikleri için toplumdaki değişiklikleri de algılayamıyorlardı.
Dünyaya ise gözleri tümden kapalıydı.
Bir tek Amerika’yı biliyorlardı ve Soğuk Savaş döneminde Türkiye’deki orduyu destekleyen, darbelerine yeşil ışık yakan Amerika’nın da değişmeyeceğine, hep aynı kalacağına inançları tamdı.
Bu kör inançla darbe hazırlıklarını hep sürdürdüler.
Korkacakları bir şey yoktu, kim darbe hazırlığı yapan bir generali yakalamaya ya da yargılamaya cesaret edebilirdi ki?
Yöneticilerinin eşlerinin başörtülü olması AKP’nin devrilmesi için yeterli sebepti onların gözünde ama bunu açıkça söyleyemedikleri için darbeye bir zemin hazırlayacak “kaosu” yaratmak için ellerinin altında hazır planlar olsun istiyorlardı.