Bankalar (Geçen yıl 3 trilyon 867 milyarla) Türkiye’nin en çok kar eden kurumları oldukları halde neden berbat hizmet veren kurumlar arasındadırlar hiç düşündünüz mü?
Paraya kıyamadıkları için mi, yoksa halkı ‘iyi hizmete layık olmayan aptallar’ olarak gördükleri için mi?
Özellikle, ne zaman bir bankanın müşteri hizmetlerine ulaşmaya çalışsam bunlardan ikincisi ile ilgili hiçbir şüphem kalmıyor ve kendimi tam anlamıyla bir aptal gibi hissediyorum…
Çünkü bir bankanın müşteri hizmetlerine en çok ihtiyaç duyduğunuz anda ona ancak güçlükle ulaşabiliyorsunuz. Ulaştığınızda da keçileri kaçıracak kadar tepeniz atmış oluyor, çünkü kendinizi bir robotla konuşuyorken buluyorsunuz. Siz meseleyi anlatana robot meseleyi anlayana kadar da epey zaman geçmiş oluyor… Kulağınız telefonda, alnınızdan terler boşalırken parası kravatlı adamlarca alıkonulmuş biri olduğunuz trajik gerçekliğiyle yüzleşiyorsunuz o an…
****
Müşteri hizmetleri ile ilgili son vukuatı, Vakıfbank’la yaşadım.
Çok telaşlı bir günümde, çok kritik bir işle ilgili yardım almak için maaşımın yattığı bankanın müşteri hizmetlerini aradım…
Tam yirmi dakika, kanlı canlı bir müşteri hizmetleri temsilcisi ile konuşabilmek için bilmediği bir şehirde aradığı yeri bulamayan biri gibi bir menüden diğerine gezinip durdum.
O çok telaşlı günde, en çok ihtiyaç duyduğum anda banka, robot uygulamasının sorunlu yapısından dolayı bana yardımcı olmadı.
Vatandaşın müşteri temsilcisine ulaşamayışı, o an işini halledemeyişi, bir menüden diğerine pinpon topu gibi atılışı ve üstüne üstlük yaşadığı o berbat , o delirtici stres; sadece 2018’de 4 milyar 154,3 milyon TL net kar elde eden banka yöneticilerinin umurunda mı sanki?
Ama reklamlara gelince kamu kaynaklarıyla, ‘Diriliş’in Ertuğrul’una servet ödeyip geleneksel orta sınıfı dükkana çekmeye çalışırlar.
Vaatleri ne?
Ünlüler gibi ağırlanacağınız kaliteli bir hizmet…
Peki bunun gerçekliği var mı? Yok tabii…
Ama ne önemi var ki?
Sadece Vakıfbank’ta işlemiyor bu tezgah…
Vatandaş diğer bankalarla ilişkilerinde de yeterince önemsenmeyip, hatta fark ettirmeden söğüşlenip, kimi işlemlerde aptal yerine konuyor maalesef. Sizin de başınıza gelmiştir.
Ayaklarınızla gidip, paranızla rezil olacağınız sayılı yerlerin başında geliyor bankalar...
Bankalar belediyeler gibi siyasi yapılar olsa, muhtemelen vatandaş onlara oy vermez ve üstüne şikayet yağmuruna tutardı herhalde. Hem de “Patron benim!” tavrı takınarak.
Ama konu banka olduğunda takınılan tavır, “Köle benim” gibi bir şey oluyor ve şikayet mekanizması vatandaş tarafından yeterince çalıştırılmıyor maalesef…
Bu bakış açısıyla da, banka hizmetlerinin güvenilirliği ve kalitesi hayatta düzelmez…
Biz sömürülmeye, onlar da sömürmeye devam ederler…
İçinde hırsız olduğu bilinen bir otobüsteki yolcu gibi bankayla işimizin olduğu her an biz de, ceplerimizi içinden bir şey çalındı mı diye yoklayıp durmak zorunda kalırız…
Ne demişti Bertolt Brecht Üç Kuruşluk Opera’da: “Bir banka soymak, bir banka açmanın yanında nedir ki?”
Brecht, müşteri temsilcisi yerine bir robotla konuşsaydı daha neler söylerdi kim bilir?
HAYALET DERS!
Önümüzdeki hafta okullar açılıyor. Milli Eğitim Bakanı yeni eğitim öğretim dönemiyle ilgili demeçler veriyor. Özellikle, Türkiye’nin en sıcak gündemiyle ilgili de bir şey söyleyecek mi? diye bakıyorum…
Nedir bu gündem?
Kimilerinin “sansür” dediği, kimilerinin de “kontrol” olarak nitelendirdiği RTÜK’ün internet yayınlarını da içeren yeni denetim uygulaması… Uygulama daha çok netflix dizileri üzerinden tartışılmıştı.
Milli Eğitim Bakanının bununla ne ilgisi var diye düşünülebilir.
Bence Bakan Bey bu konunun doğrudan muhatabı.
Çünkü söz konusu “Sansür, denetim” tartışmalarını sona erdirecek enstrüman kendisinin ellerinde. Sansürü de, denetimi de sadece bu enstrüman boşa çıkarabilir. Bu enstrüman: Medya Okur Yazarlığı dersidir… Daha önce medya okur yazarlığı dersinin kağıt üzerinde olan ama gerçekte uygulanmayan bir hayalet ders olduğunu defalarca yazmıştık.
Temiz ekran ancak bu dersin, matematik ve Türkçe dersleri gibi büyük bir ciddiyetle işlenmesi halinde mümkün olabilir ancak.
Yani 3 yaşında eline tablet-telefon verilen, bilgisayarın-televizyonun karşısına oturtulan çocuklarımız var ya, onları ta ilk okul sıralarından başlayarak bilinçlendirmekle…
Televizyon ve internetin nasıl bir propaganda aracı olduğunu, yayınların arka planında yatan amaçları kavratmakla…
Şiddet, tecavüz, psikolojik şiddet, gayrı meşru ilişki gördüklerinde bunu olumsuz içerik olarak değerlendirebilecekleri şekilde onları eğitmekle…
Medya Okur Yazarlığı dersi bunun için var.
Tabii kağıt üzerinde…
Bunu en iyi bilenlerden biri de Milli Eğitim Bakanımız olmalı.
Daha fazla vakit kaybetmeden ve topluma vakit kaybettirmeden bu ders ciddiyetle, aciliyetle ele alınmalı. Milli Eğitimin “Hayalet” olmaktan çıkarılacak Medya Okur Yazarlığı dersi ile çocuklar dijital çağın negatif yönlerine karşı aşılanabilirlerse, yarın değil, seneye değil belki ama şöyle on yıl içinde başka bir izleyici profili oluşmaya başlayacaktır ki bu süre sanıldığı kadar uzun bir süre değildir…
Böyle bir profil yetiştiğinde artık onu tecavüz hikayeleri ile aptalca romantik komedilerle, mafyatik dizilerle ekran başında tutmak giderek zorlaşacaktır. Dizilere zeka, bilgi, yaratıcılık katmak; olay örgülerini akıllıca çatmak gerecektir. Haber adındaki çöplüğü bu profilin önüne koymak da pek mümkün olmayacaktır. O haberin, o magazin programlarının bakış açısını biçimlendirmek için masa başında tasarlandığını bilecektir o genç.
Çünkü izlediğini analiz etmeyi, sorgulamayı, yorumlamayı öğrenecektir bu dersle.
Bu durum, televizyonu ve dijital film platformlarını kontrol eden yapımcı çeteleri için hiç de hayırlı olmayacaktır tabii. “Türk izleyicisi kolay lokmadır” kabulüne dayalı tezgahları bozulacaktır. Ama olsun… Birkaç yapımcının çıkarı için tüm toplum ve geleceği gözden çıkarılamaz değil mi?
Bu senaryonun gerçekleşmesi hiç de zor değil aslında…
Yeter ki bu ders, branşın öğretmenleri tarafından başarılı bir şekilde işlensin ve tüm öğrenciler için zorunlu hale getirilsin. Gerisi gelecektir…
Sayın Bakan’dan bu dersle ilgili, en yakın zamanda olumlu açıklamalar bekliyoruz.