Bugün, “siyaset”ten, “ticaret”ten ve gündemdeki her olaydan uzaklaşıp, “sosyal bir yara”ya temas etmek istiyorum... “Olayın analizi”ne geçmeden önce, bir “durum tesbiti” yapalım...
Hemen herkes kabul eder ki; “modern yaşam” denilen hayat tarzı, hepimizi etkiledi, “insani vasıflarımız”ın birçoğunu aldı, götürdü... Meselâ, “köy” veya “kasaba”larda, insanlar, evleri birbirlerinden “çok uzak” olsa da, sık sık bir araya gelirler, “hal-hatır” sorarlar, birbirleriyle “sohbet” ederler, “sıkıntı”ya düşen olsa, hemen “yardım eli”ni uzatırlar... “Modern yaşam” denilen günümüz hayat tarzında ise, bu “toplumsal özellik”lerimizin çoğunu kaybettik...
En basit örneği, etrafları “duvar”larla çevrilip, bir anlamda “izole” edilmiş “site”ler ve o siteler içindeki “apartman”lardaki hayat tarzı... Malûm, “apartman”larda, neredeyse bir “köy nüfusu” kadar insan, “aynı çatı altında” yaşıyor... Ama hepsi de “ayrı dünyalar”ın insanları... Doğru dürüst ne “komşuluk” var, ne “hal-hatır” sorma ve ne de “yardımlaşma”...
Hani, Yunus Emre’nin; “Bir garip ölmüş diyeler, üç gün sonra duyalar” dediği gibi bir “gariplik” ve “kalabalıklar içinde yalnızlık” yaşıyoruz!.. “Apartman”larda yaşayan çoğu insan yalnız, çoğu garip!..
Sizin anlayacağınız; “bilmem kaç kilometrekare” toprak üzerinde oturan ve “birbirinden hayli uzak” evler, birbirleriyle “sürekli temas” halinde ve birbirlerine “kalben çok yakın” iken, “apartman”larda yaşayanlar, birbirlerine “fiziken çok yakın” oldular ama “kalben uzak” hâle geldiler!..
Özetle;
“Köy”lerde, “evleri uzak” iken “birbirlerine yakın” olan insanlar, “içinde bir köyün oturduğu” apartmanlarda, “ev olarak yakın”lar, ama ilişki olarak “birbirlerine hayli uzak”lar!..
SOHBET DE YOK, MUHABBET DE!
Tabiî, bu durum; “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” gibi, “harika bir kültür”den gelen insanları, “dinî ve sosyal bir yaşantı”dan da kopardı!..
“Hayat tarzı” değişince, “anlayış”lar da değişti!.. Artık, sadece apartmanın “asansör”ünde karşılaşan insanlar, birbirlerine “selâm” bile vermiyor, göz göze gelmiyor, “iki yabancı” gibi, önlerine bakıyorlar!..
Birbirlerine “gidip-gelme” olmayınca, “misafirlik” ve dolayısıyla “sohbet kültürü” de ortadan kalkıyor!..
“Muhabbet” ölüyor, muhabbet!..
Oysa, muhabbette, “karşılıklı iletişim” var, “katılım” var, “aktivite” var!..
“Modern yaşam”da ise; “misafir”liğin yerini “telesafirlik” aldığından, “televizyon” var... İnsanlar, televizyonun karşısına geçip, saatlerce, “sadece izliyorlar!”
Evet, “katılım” yok, “aktivite” yok!..
Herkes pasif, herkes izleyici!..
“Başkalarının hayatları”nı izliyorlar!..
“Verilen”le yetiniyorlar!..
Ne “kitap” okuyor insanlar, ne “dergi” ve ne de “gazete!”
Oysa, okusalar, “ufuk”ları açılacak, “farklılık”ları görecekler, “fikir sahibi” olacaklar!..
Ama, “okumuyor” insanımız!..
“Sadece seyrediyor!”
Olan-bitene, “seyirci” kalıyor!..
HAYATIMIZI TELEVİZYON YÖNLENDİRİYOR!
Düşünebiliyor musunuz;
“Uykuda” geçmesi gereken, yani “televizyon izlenmemesi” gereken “gecenin saat 02.00’si” ile “sabahın 07.00’si” arasındaki 5 saatlik zaman diliminde bile, “tam 2.5 milyon insan” zamanını “ekran karşısında” geçiriyormuş!..
Dahası; ABD’den sonra, “dünyada en fazla televizyon izleyen” ülke olmuşuz, iyi mi?..
Bir “Amerikalı”, günün “4 saat 49 dakika”sını ekran karşısında geçirirken, bizim insanımız da bu rakama yaklaşmış!..
Bizim insanımızın da;
“19.00-24.00 saatleri arasında 21 milyonu, 21.00-22.00 saatlerinde ise 27 milyonu, zamanını “ekran karşısında” geçiriyormuş!..
Önemli bir ayrıntı daha;
İnsanlar, “tek başlarına” televizyon izlemeyi tercih ediyorlarmış... Bunun oranı da yüzde 46’lara çıkmış!..
Yani, insanımızın, neredeyse “yarısı” tek başına televizyon karşısında!..
Ne konuşma var, ne sohbet!..
Hani, seyredilen programlar da, matah bir şey olsa...
İnsanımız, özellikle de kadınlarımız, “dizi manyağı” olmuş durumda... Hemen her akşam bir veya iki dizi!..
İşin garibi;
O diziler de, “toplum yapısına ters” ve sürekli “çarpık” ilişkileri, “sapık” ilişkileri dayatıyor!..
Dizilerde; “kim, kimi nasıl aldatıyor, kim kimin yatağında”dan “zina” ve “fuhuş”tan başka bir şey yok!.
ÇOCUKLAR NİYE GEÇ KONUŞUYOR?
Peki, bu diziler, “seyredildiği yerde” kalıyor mu?.. Yani, bizleri hiç mi etkilemiyor?..
Sadece, “çocuk”larla ilgili bir araştırmanın sonuçlarını vermek ve “televizyonun çocuklarımızı nasıl etkilediğini” gözler önüne sermek istiyorum:
“Binlerce çocuk, televizyon yüzünden konuşmayı geç öğreniyor!.. İngiltere’de yapılan bir araştırmada erkek çocukların dörtte birinden fazlasının, kızlarınsa yedide birinin, etraflarındaki yetişkinlerin konuşmalarını anlamalarını zorlaştıran televizyon sesi yüzünden konuşma güçlüğü çektiği açıklandı.
İngiliz hükümetine çocuklarla ilgili danışmanlık yapan Jegan Gross’un araştırmasında, çocukların yüzde 3’ünün önemli konuşma problemleriyle karşılaştığı tesbit edildi...
Araştırmaya göre, televizyon seyretmeseler bile, arka planda duyulan televizyon sesi yüzünden çocuklar büyüklerin söyledikleri sözleri anlamak için özel çaba sarf etmek zorunda kalıyor.
Gross, ‘Beyinlerimiz makinelerden öğrenmeye göre evrimleşmedi. Bebekler bir yüze tepki vermeye ve anne-babasının yüzlerini tanımaya meyilli’ dedi.
Ebeveynlerin dörtte biri televizyonun ‘çoğu zaman’ veya ‘her zaman’ açık olduğunu söyledi.
Çocuklar genelde ilk kelimelerini 10-11 aylıkken söylüyor. Ancak araştırmada üç yaşındaki çocukların yüzde 4’ünün hâlâ konuşamadıkları da gözlendi.”
Jean Gross’un tesbitine lütfen dikkat;
Bebekler “makinalar”dan değil, “anne-babasının yüzlerine bakarak öğrenmeye” meyilli!..
Peki; anne-baba, televizyon karşısında “hiç konuşmadan” duruyorsa, bebek nasıl öğrenecek “konuşmayı”, nasıl öğrenecek “tepki” vermeyi?..
Söyleyin Allah aşkına;
“Tepkisiz bir toplum” olmamızın bir sebebi de,
Zamanımızı “ekran karşısında” geçirmemiz ve “sadece seyirci olmamız” değil mi?..
EVLİLİK DÜŞTÜ, ZİNA ARTTI!
Televizyonun tek “olumsuz” etkisi, sadece “çocuk”larla ve onların “geç konuşması” ile sınırlı değil!..
Dedik ya, televizyon “büyük”leri de etkiliyor... “Çarpık ilişki”leri ve “sapık” yaşantıları “kanıksar” hâle gelmemiz ve “normal” kabul etmeye başlamamız bir “yozlaşma” ve hatta “kokuşma” belirtisi değil midir?..
Bakın, dün, ajanslardan, Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı bir “araştırma”nın sonuçları geçti.
Dünya Sağlık Örgütü’nün raporunda deniliyor ki;
“Dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan gençlerin karşılaştıkları riskler ve yeni durumlarda; ilk cinsel ilişki yaşının düşmekte olduğu, bu grup arasında kontraseptif (doğum kontrol araçları) kullanımının oldukça düşük olduğu ve genellikle geleneksel yöntemlere başvurdukları belirlendi.
Dünyadaki gebeliklerin yüzde 10’dan fazlasının ergenlik dönemine ait olduğu tesbit edilirken, her yıl meydana gelen sağlıksız düşüklerin yüzde 25’e tekabül eden 4 milyonunun ergenlik döneminde yaşandığı bildirildi.
Her 20 gençten birinde HIV/AIDS dışında bir CYBE (Cinsel Yolla Bulaşan Enfeksiyonlar) görüldüğü ifade edilen raporda, yeni HIV/AIDS vakalarının yarısının 10-24 yaş grubu arasında olduğu kaydedildi.
Türkiye’de 15-24 yaş arasında cinsel ilişki deneyimi kadınlarda yüzde 34,5, erkeklerde yüzde 51,1. Yani Türkiye nüfusunun yüzde 19,5’ini oluşturan kesimin yüzde 42,8’i ilk cinsel deneyimini 15-24 yaş arasında yaşıyor.
Türkiye’de 25-49 yaş arasında ilk evlilik yaşı yüzde 20,8... 15-19 yaş arasında evlenenlerin sayısında azalma yaşanıyor.
1998 yılında yüzde 15,2 olan evli olanların oranı 2003’te yüzde 11,9’a, 2008 yılında da yüzde 9,6’ya düştü.
Genç nüfus içinde 20-24 yaş döneminde yapılan evliliklerde de düşüş yaşanırken, 2003 yılında bu yaş grubunda evlenenlerin oranı yüzde 49,7, 2008’de bu oran yüzde 45,5’e geriledi.”
Tablodan da anlaşılacağı üzre;
“Nikâhlı beraberlik”lerde, yani “evlilik”lerde yaş sınırı yükselirken, “zina”da yaş sınırı düşüyor!..
Yine rakamlar gösteriyor ki;
“Boşanma”lar sürekli artıyor!..
Yani, özellikle genç nüfusun çoğu, “evlilik sorumluluğu”nu almak istemiyor, “bağımsız takılmak” istiyor!..
Bunlar, maalesef “iyiye gidiş” değil!..
SEYİRCİ OLMAYIN, LÜTFEN OKUYUN!
Dünya ülkeleri ile birlikte Türk toplumu da içten içe göçüyor, içten içe çöküyor, büyük bir hızla kokuşuyor!..
Bunda, “çarpık ve sapık ilişki”leri özendiren “televizyon”un, “kocalarını aldatan kadınlar”ın anlattığı iğrençlikleri çarşaf çarşaf yayınlayan “gazeteler”in payı, elbette büyük!..
Ama, “onlardan beslenmek”te bir sakınca görmeyen insanlar da, pek o kadar “masum” sayılmazlar!..
Bir “baba” olarak, “aile sorumluluğu” taşıyan bir birey olarak, bu “gidişat”tan son derece muzdaribim!..
Ve diyorum ki;
Ne olur, “sadece seyirci” olmayın!..
Okuyun!.. Okuyun!.. Okuyun!..
Okuduklarınızı paylaşın!..
Daha da olmadı, “sohbet” edin!..
Aksi halde, “modernitenin çarkları” arasında erir ve kaybolup gidersiniz!..
Her zaman söylediğim gibi;
Eğer “okumaz” iseniz, bir gün gelir, “canınıza okurlar” da, haberiniz olmaz!..
Bilmem, anlatabildim mi?..
=============
Beykoz’da neler oluyor?
“Sendikalar” veya “dernekler”in, özellikle kendi çevrelerinde olan-biten hadiseler karşısında “kayıtsız kalmak” yerine “etkin” olmak istemelerini gayet normal karşılarım...
“Nabız” yoklasınlar, “kulis” yapsınlar ve bir göreve “hakeden”in gelmesini sağlasınlar!.. Bunda, hiçbir anormallik yok...
Ama göreve gelmesi istenen kişi “ehil” değil de, sadece “dernek veya sendikanın kullanacağı bir adam” ise, işte orada olaya “müdahil” olur, “haksızlık ve adaletsizlik yapmayın” derim!..
Duydum ki; birçok sendika ve dernek gibi; Eğitim Bir-Sen’in Beykoz şubesi de, “okul”lara atanacak “müdür”ler konusunda girişimlerde bulunuyormuş!..
Bunu hiç yadırgamıyor, tam aksine destekliyorum...
Ancak, Eğitim Bir-Sen’in, atanmaları için girişimlerde bulunduğu “müdür adayları” konusunda, kulağıma bazı “söylenti”ler geldi... Hepsi değil ama, içlerinden bazıları, “o göreve lâyık değiller”miş!.. Gerek “yaşantı” itibariyle, gerek “beceri” itibariyle!..
Bir “dost” olarak diyorum ki; Eğitim Bir-Sen’li arkadaşlar, “aday”larını tekrar gözden geçirsinler, hiç olmazsa “göreve lâyık” olanların önünü kapamasınlar!..
Çünkü biz, iman ederiz ki; “kıyamet alâmetleri”nden biri de, “işin, ehil olmayanlara verilmesi”dir!.. Lütfen dikkat!..