Dün, partiler kapatıldı, başörtülü bir milletvekili Meclis’ten atıldı; ama sorumluluk sahibi vekiller “ben oynamıyorum” demedi! Bu yaklaşımı ancak çocuklar gösterirdi…
Bu topraklarda çok canlar yandı, laiklik adına “kraldan çok kralcılık” yapıldı, “inançlı insanlar” hep ikinci sınıf insan muamelesi gördü, itilip kakıldı; “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” sözü onlar için söylenmişti…
1999 yılında başörtülü bir hanım(Merve Kavakçı), Fazilet Partisi’nden İstanbul Milletvekili seçilmişti. Meclis’te usul gereği yemin edecekti; ama ettirtmediler, üzerine çullandılar. Neticede bu hanıma ayıp edilmişti. En çok kadın hakları savunucuları sahip çıkacaktı; ancak onların bile hışmına uğradı. Dil bilen, dünya görmüş, ABD’de modern eğitim almış başörtülü birini hazmedemezlerdi. Bu onların “modern ve çağdaş” kılıklarına ters bir durumdu…
Bülent Ecevit ve aveneleri “Bu kadına haddini bildirin. Burası devlete meydan okuyacak yer değil, atın bu kadını dışarı…” diyerek demokrasiyi tatile göndermişlerdi. Merve Kavakçı milletten aldığı vekâletle, kanun zoruyla, ceberruti bir yaklaşımla Meclis’ten tard edildi…
Menderes’ten Erdoğan’a kadar “hazımsızlık süreci” hep aynı nitelikte süregeldi. Bütün bunlar anayasada tanımı açıkça yapılmayan “laikliği korumak ve kollamak adına” oluyordu. Heyhat…
28 Şubat sürecinde Erbakan hoca, “bir gün bu hukuk size de lazım olacak, demokrasiye sahip çıkın” dediği zaman; bu “laikçiler” köşe bucak kaçmışlardı. Şimdi “28 Şubatı niçin yargılamıyorsunuz” demiyorlar mı, bitiyorum buna! Emin olun yargılanmaya başlansın, o zaman da şeytanın bile aklına gelmeyen yöntem ve önerileri önünüze koyarlar…
Hiç şüphesiz 28 Şubat’ın da yargılanacağı zaman gelecek…
Dün bu hukuksuzluğu yöntem olarak benimseyip kutsallık atfedenler; bu gün darbeye teşebbüsten yargılanıyorlar ve halktan medet umar hale geldiler. Ne tuhaf, öyle değil mi?
BDP’li Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülmesiyle BDP’liler çözümü meclise girmemekte gördüler. CHP’de tutuklu vekillerini gerekçe göstererek Meclis’te yemin etmeme hususunda BDP ile “kanka” oldu. Sorunun muhatabı yargı olmasına rağmen AK Parti’ye öyle şeyler dayattılar ki; Murat Karayılan’ın milletvekili olabilmesine bile imkân tanıyacak anayasal talepleri oldu, sonra caymak zorunda kaldılar…
Anlaşılan o ki, boykot ve kaostan fayda devşirmenin faturası büyük olacak!
Mustafa Balbay, 2007 seçiminde %47 oy almış AK Parti’yi kapatma davasında “yargı da milli iradedir” diye hukuksuzluğa amenna demişti. 12 Eylül referandumu yeni bir anayasanın muştusuyla yapılmıştı ve aynı Balbay, vesayet rejiminden yana tavır almıştı…
Mütemadiyen, halkın iradesine “sivil diktatörlük” dediler. Şimdi tam tersi pozisyon alarak “azınlığın çoğunluğa tahakkümü” gayretine girdiler…
Uğradıkları seçim hezimetlerinden ders çıkaracaklarına, her defasında halkı “aptallık, beyinsizlik ve bidon kafalıkla” suçladılar. Sonuçları doğru okuyacaklarına tersinden okumayı tercih ettiler. Sonuçtan ders çıkaracaklarına, halka ders vermeye kalktılar. “Stockholm Sendromu” yaklaşımlarıyla halkı hastalıklı göstermeye yeltendiler…
Peki, bu “kendi doğrularından başka doğru olmadığını savunan, kibirden ve bencillikten kendilerini soyutlayamayan, hukuksuzluğu kutsayan, iş “kendi kutsallarına dayanınca” kıyametleri koparan, halkın iradesinden dem vuran ve şimdi halkın iradesinden medet umar hale gelen “laikçiler”; boyalı çizmelerini çıkarıp kibirlenmeyi ve böbürlenmeyi bırakabilecekler mi?
Umarız…