Bu "Aşık"ların nedir CHP’den çektiği!

Her şey, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Elbistan mitinginde okuduğu “şiir”le başladı...
Malûm, o mitingte, Tayyip Bey; Aşık Mahzuni Şerif’in, içinde “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” sözleri bulunun şiirini okumuş ve bu şiir “polemik” konusu olmuştu...
“Soğan” kelimesine “mal bulmuş mağribî” gibi sarılan Bay Deniz Baykal; “Yiğidi kim muhtaç etmiş kuru soğana?” diye sorarak, bu şiiri “muhalefet argümanı” olarak kullanmakta sakınca görmemişti... Daha sonraki günlerde ise, “şiir”in ardından hem “dram” çıkmıştı, hem de “istismar!”
“Dram” şuydu:
2002 yılında ölen Aşık Mahzuni Şerif’in, geride; ilk eşi Fatma’dan olan “3 çocuğu” kalmıştı!..
Bunlar Şirin ve Emrah ile Ferhat’tı!..
Diğer kardeşlerde bir problem yoktu ama, Ferhat, “özürlü”ydü!.. “Doğuştan işitme ve konuşma engelli”ydi!.. Biraz da “psikolojik sorun”ları vardı!..
İşte bu yüzden, zaman zaman evden kaçıyor, sokaklarda kalıyor ve dilencilik yapıyordu!..
Dahası; ona “Dikmen esnafı” sahip çıkıyordu!..
İddialar bu yöndeydi!..

CHP MUHTAÇ OLDU, BU İSTİSMARA!
Daha doğrusu 14 Mart 2009 Cumartesi günkü Hürriyet’in haberleri bu yöndeydi!..
Hürriyet, manşetten 9 sütuna verdiği haberin başlığında; “Oğul muhtaç oldu kuru soğana” diyerek; “Aşık Mahzuni’nin oğlu Ferhat’ın, Başkent sokaklarında sefil bir yaşam sürdüğünü” iddia ediyor, bu iddiasını da; “Ünlü ozan Aşık Mahzuni’nin yakın arkadaşı” dediği halk müziği sanatçısı Talip Şahin’in sözlerine dayandırıyordu!..
Talip Şahin diyordu ki;
“Siyasilerimiz Mahzuni’nin satırlarına sahip çıkıyorlarsa, oğluna da sahip çıksınlar!..
Çünkü Ferhat, yıllardır sokaklarda!.. Esnafa gidiyor, karnını doyuruyor, yine sokaklara dönüyor!..
Ferhat’ın akli dengesi de yerinde değil!..”
“Aşık Mahzuni’nin yakın arkadaşı” olduğu iddia edilen Talip Şahin’in bu sözleri, gerçekten “içinin cızz etmesi”nden dolayı mıydı, yoksa bunun altında “istismar” mı vardı!?!..
Talip Şahin hakkında yapılan küçük bir araştırma, onun “yürek sızlaması”ndan değil, “politik istismar” amacıyla bu sözleri söylediğini ortaya koyuyordu!..
Çünkü Talip Şahin; “Mahzuni’nin yakın arkadaşı” olmasının çok çok ötesinde, bir “CHP görevlisi”ydi!..
Evet, evet; CHP görevlisi!..
Efendim; Talip Şahin, “CHP Dikmen Seçim Bürosu’nun Başkanı”ydı!..
Tayyip Erdoğan’ın; Aşık Mahzuni’nin meşhur türküsü “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana”yı okuduğunu ve bu haberin medyada yer aldığını görünce, hemen Hürriyet ile irtibata geçmiş; “Şiirine sahip çıktıkları gibi, oğluna da sahip çıksınlar” diyerek, Ferhat’la ilgili haberi yaptırtmıştı!.. Amaç, Erdoğan’a “sempati” duyulmasını önlemekti!..
CHP’li Talip Şahin’in “Hürriyet’in manşeti”ne konu olan sözleri, pek o kadar da gerçeği yansıtmıyordu!.
Hürriyet’te yayınlanan haber üzerine harekete geçen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Başkanı Nimet Çubukçu’nun kurmayları, “aile” ile irtibat sağlıyor, “Ferhat’ın ikiz kardeşi Şirin Alpsatan” ile görüşüyor ve ondan gerçeği öğreniyordu... Şirin Hanım diyordu ki;
“Ekonomik sorunumuz yok... Ferhat’ın paraya ihtiyacı yok!.. Kardeşimin psikolojik sorunları var... Bu yüzden, arada bir sokaklarda kalmasına engel olamıyoruz!..
Kardeşim şu anda 42 yaşında ve bizimle birlikte kalıyor... Kendisiyle ilgili herhangi bir talebimiz yok!”
Böylece, “CHP’lilerin Mahzuni’yi istismar Hürriyet’i” bir defa daha “gerçeğin duvarı”na tosluyor, tıpkı “Çarşaf ve Kur’an Kursu açılımı” gibi, bu haberin altından da “istismar” çıkıyordu!..
Eee, ne de olsa sözkonusu olan “soğan”dı!..
Mutlaka “koku”su çıkardı!..

“KARAYALÇIN’A DANIŞMAN OLDUM!”
Ama asıl koku nereden çıktı biliyor musunuz?..
Asıl koku, CHP’den çıktı!.. Hani, “ava gitti, kendi avlandı” derler ya, CHP de, işte böyle avlandı!..
“Mahzunî’nin oğlu Ferhat’ın sefilliğini istismar” edeyim derken, kendilerinin “Mahzunî’nin bizzat kendisini istismar ettikleri” çıktı ortaya!..
Ayrıntılarını bugünkü sürmanşetimiz ve haber sayfalarımızda da okuyacağınız gibi, olayın hikâyesi özetle şöyle:
Aşık Mahzuni Şerif, Murat Karayalçın’ın, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1990’da, Karayalçın’dan gelen teklif üzerine Gaziantep’ten kalkıp, “aile”siyle birlikte Ankara’ya gelir ve “Danışman” olarak göreve başlar...
Kendisine Büyükşehir Belediyesi’nde bir oda ya da birim ayrılmasını bekleyen Aşık Mahzuni, bu olmayınca evinden “danışmanlık” hizmetini yürütmeye başlar!..
Karayalçın’la görüşmek istemesine rağmen bir türlü bu fırsatı yakalayamaz... Daha sonra da; “beklentisini karşılayacak düzeyde kendisine danışılmadığı” gerekçesiyle üç ay sonra danışmanlık görevinden istifa eder!..
İstifa ederken de, sitem dolu şu şiiri yazar:
Bakın şu başıma gelen işlere
Ben Karayalçın’a danışman oldum
Toplayıp getirdim çoluk çocuğu
Ben Karayalçın’a danışman oldum.

***

Birsen Hanım derler özel kalemi
Murat Bey’e yetiştirmez selamı
Geldim Ankara’ya buldum belamı
Ben Karayalçın’a danışman oldum.

ÇAL SAZI, SALLA BAŞI, AL MAAŞI!
Aşık Mahzunî; bu “sitem dolu şiir”le, hem Karayalçın’a, hem de CHP’ye aslında çok şey anlatıyor!..
Her şeyden önce; “danışman” olan kişilerin “danışmayın” demek için oraya oturtulduğunu anlatıyor...
Pardon, Aşık Mahzunî’ye bir “oda” da verilmediğine göre; kendisi; tıpkı “evinde” öğrenim gören “açık öğretim öğrencileri” gibi, “evde danışmanlık” yapmış!..
Yalnız; Aşık Mahzunî; “kendisine hiç bir şey danışılmadığından”, öyle anlaşılıyor ki “salla başı, al maaşı” saltanatını sürdürmek de istemediğinden, istifa etmiş görevinden!..
Aslında, şunu anlayamamış:
Karayalçın, onu; “kendisinden istifade” etmek için değil, “adından istifade” etmek için çağırmış olmalı!..
Hani, “hava” basacak ya, sol tabana;
“Benim Aşık Mahzunî gibi bir danışmanım var!.. Çünkü ben, sanatın ve sanatçının dostuyum!!!” diyecek ya!..
Özetle demek istemiş ki;
“Aydan aya gel, Belediye’den maaşını al!..
Geri kalan 29 günde ise, kafana göre takıl!..
Saz çal, şiir yaz, türkü söyle!.. Ne yaparsan yap!..
Seni danışman olarak aldım diye, sana danışacağımı sanma!.. Anla işte, sana kıyak yaptım!”
Karayalçın, bunu “diliyle ikrar ve itiraf” etmese de, yaptığı işin anlamı budur!..

BUNUN ADI ARPALIKTIR!
Karayalçın’ın yaptığı; Belediye imkânlarını “arpalık” olarak kullanmaktır!.. Evet, resmen ve alenen arpalık!..
“Eş, dost ve yandaş”ına sunulan bir arpalık!..
Eğer öyle değilse, şu “danışman” alınıp da “kendisine hiç danışılmayan” Aşık Mahzuni olayını izah etmeli Bay Murat Karayalçın!..
Öyle ya;
Gaziantep’ten getirtip “danışman” yaptığın adama niye hiçbir şey danışmadın?..
Madem danışmayacaktın, niye danışman yaptın?.. “Danışman” yaptın, niye “büro” veya “oda” vermedin?..
Bir kerecik olsun, niye “makam”ına çağırıp da görüşmedin kendisiyle?..
Bugün kalkmış, “Çok sevdiğim bir dosttu” diyorsun.. Peki; “danışman” yaptığın, “maaş”a bağladığın, üstelik de “çok sevdiğin bir dost” olan adama niye randevu vermedin, niye onunla hiç görüşmedin?..
Demek oluyor ki;
Sen; “sanat ve sanatçının dostu” değil, “sanatçıyı istismar” eden, “onları kullanan” bir adamsın!..
Şu hâle bakın;
“Aşık Mahzuni Şerif” gibi büyük bir sanatçı, “Karayalçın’a danışman” oluyor ama, onunla bir kerecik olsun görüşemiyor!..

AŞIK VEYSEL DE ATATÜRK’LE GÖRÜŞEMEMİŞTİ!.
“Görüşemiyor” dedim de, aklıma geldi...
Hatırlar mısınız;
Aşık Veysel’e de aynısı yapılmıştı... Birsen Hanım; Aşık Mahzuni ile Karayalçın’ın arasına, nasıl bir duvar gibi dikilmişse, Aşık Veysel ile Atatürk’ün arasına da “CHP’nin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan” dikilmişti!..
Olayı hatırlıyor olmalısınız;
“Aşık Veysel, destan okumak için Ankara’ya gidiyor.
45 gün kalmasına rağmen bir türlü destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor.
Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Gerisini, Aşık Veysel’den dinleyelim:
“Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük. Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak...
Polis geldi, ‘Girmeyin, yasak’ dedi. ‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik.
Adam arkadaşım İbrahim’e çıkıştı.
‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.
‘Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik.
O zaman polis, İbrahim’e, ‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ dedi.
Gitti İbrahim, teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.
‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.
‘Çalın bakayım, bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık, dinledi!
‘Çok iyi’ dedi. Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler.
‘Gelin de gazete alın!’
Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık.
Polisler, ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler.
Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok.”
Evet, Mustafa Kemal’den ses yok...
Çünkü, “engel” çok!.. Aşık Mahzunî’nin “Birsen Hanım”ı gibi, Aşık Veysel’in de “Vali Bey”i var!..
CHP’li Ankara Valisi Nevzat Tandoğan; 1929’dan başlayıp 17 yıl valilik ve belediye başkanlığı yapmıştı!..
İşbu Nevzat Tandoğan, mesela Atatürk Bulvarı’nı hergün süpürtür, sulatır, gece de aydınlatırdı.
‘Görüntü bozulmasın’ diye köylüleri ve tulumlu işçileri bu caddeden uzak tutardı. Ayrıca bir genelgeyle hayvanların da caddeye çıkarılmasını yasaklamıştı.
Aşık Veysel de;
Ayağında “çarık”, bacağında “şalvar” ve belinde “kuşak” olduğu için sokulmamıştı caddeye!..

AL DÜNKÜ CHP’Yİ, VUR BUGÜNE!
Sonuç olarak diyeceğim şu ki;
“Bu aşıkların nedir CHP’den çektiği!”
Şu hale bakın;
Aşık Mahzunî, Karayalçın’la görüşemiyor!..
Aşık Veysel ise Atatürk’le görüştürülmüyor!.
Ama, sanat ve sanatçının yanında görünme numaraları ve “istismar” gırla!..
Sanatçıları hiç sevmemişler!.. Hep kullanmışlar!..
Tayyip Erdoğan, iyi ki “soğan” şiirini okudu da, bu “acı gerçekler”in kokusu çıktı ortaya!..
Tabiî, “CHP’nin istismarları” da!..
Gördük ve anladık ki;
“CHP cephesi”nde değişen bir şey yok!..
Al 1929 CHP’sini, vur 1990’a!..

*****

Balbay bir gazeteci mi?

Biliyorum, birileri yine fena halde kızacak, fena halde köpürecek, “oturduğu koltuğa raptiye konulmuş gibi” havalara zıplayacak ve “günyüzü görmemiş küfürler” savuracak!..
Olsun... “Bağışıklık” kazandım artık... Hiçbir hakaret, hiçbir küfür beni “gerçekleri yazmak”tan alıkoyamıyor!..
İşte yine yazıyor ve diyorum ki; Ergenekon’dan tutuklanan Mustafa Balbay bir “gazeteci” midir, “cuntacı bir militan” mı?..
Gazeteci dediğin “nabız” yoklar ama “akıl” vermez!..
Balbay ise akıl veriyor, Şener Eruygur gibi “general”lere:
“Hilmi Özkök varken darbe yapamazsınız!.. Onu harcayın!”
Sadece Mustafa Balbay gibi “gazeteci”(!)ler değil, nice “kifayetsiz siyasetçi” ve “bilim yoksulu rektör” var ki; hemen hepsi “darbe” için yanıp tutuşmuşlar!..
Öyle bir “yanıp-tutuşma” ki; Mecnun’un Leyla’ya, Ferhat’ın Şirin’e yanıp tutuştuğundan daha çok!..
Onlar “sevdalı”larına kavuşmak için, bunlar ise “darbe yapıp ülke yönetmek” için yanıp tutuşmuşlar!..
Bunlara bakınca;
“Türkiye’nin geri kalmışlığı”nın sebebi gayet iyi anlaşılıyor!..