Siyasilerimizin “kadim CHP” vurgusu gündemimizi hayli meşgul ediyor. Ak Parti meselenin üzerine gittikçe CHP’de bu meseleyi kurcalamaktan o kadar uzak duruyor.
Ortada ciddi bir sıkıntı var. Bir yandan “CHP’nin Tek Parti Dönemi” icraatlarını eleştiren Ak Parti var, diğer yandan da bu eleştirilere alınganlık gösteren, “Cumhuriyet’i Kuran Parti” olduğu iddiasıyla “hamilik” yapan, “ölülerle uğraşılmaması” gerektiğini söyleyen, problemin üstünü örtmeye çalışan günümüz CHP’si var…
Ak Parti, “tarihe format atmak” lüzumunu görüyor. Tarihi şahsiyetlerin “la yüsel” yani sorgulanamaz olmadığını ve virüslerden temizlenmesi gerektiğini söylüyor. Bunları söylerken bir yandan tarihi şahsiyetleride buluşturma gayretleri var. Mesela Nazım’ı ve Necip Fazıl’ı edebiyat zemininde buluşturup Milli Eğitim müfredatına koydurtmuştur. Yine Erbakan ve Ecevit’i de adlarına üniversite kurarak akademik düzlemde buluşturmuştur. Bütün bunlar toplumsal uzlaşma veya barış emareleri olmadığını kim iddia edebilir?
Bana kalsa tarihi virüslerden temizlenmek için ortak bir çaba gösterilmesi gerekir. Meclis çatısı altında birilerinin “ölülerden siyasi rant devşirdiği iddiasına pirim vermemek” adına bu yapılmalıdır. Zira “ölü soyuculuğu ile analitik tarihi” birbirine karıştırmamak gerekir.
Devletin ve milletin ortak bir geleceği söz konusuysa elbette “ortak bir tarih” algısı oluşturulmalıdır. Ama bu ortak tarih algısı yalan üzerine inşa edilemez. Dün ak dediğimiz şeye bugün kara, bugün kara dediğimiz şeye dün ak diyor uz. Maalesef bize öğretilmek istenen tarihe güven kalmadı.
Sadece “benim söylediklerimle düşünüp yorum yapacaksın” anlayışı; ancak “resmi ideolojinin dayatması” olarak izah edilebilir.
Tarihteki birçok hadiseleri objektif bir şekilde özeleştiriye tabi tutuyoruz. Ama her nedense yakın tarih söz konusu olduğunda bu objektiflik rafa kalkmakta ve “çatışmacı bir zihniyet” hortlamaktadır.
Akıl var, mantık var, izan var. CHP’nin Tek Parti dönemindeki yanlış icraatlarını neden savunma gereğini duyalım ki?
Mesela; CHP’nin “camileri ambar ve ahır yaptığı” iddiası, “o dönemde muhtemel savaş kaygılarından ötürü bu karar alınmıştır” savunmasıyla ne kadar komik bir savunma refleksi gösterildiğinin farkındayız.
“Tamam, bu tedbirler muhtemel savaş ihtimaline karşıydı” diyelim. O zaman sormazlar mı, bu beş binden fazla camiin satışa çıkarılması kararı neyin nesi?
Dedem rahmetli 96 yaşında vefat etti. Bize bu hakikatleri anlatırken “küçük harflerle” konuşmamızı telkin ederdi. Ama gelin görü ki dedem Hakk’a yürüdü ve biz de torunları olarak bu hakikatleri “büyük harflerle” konuşabiliyoruz. Kaçınılmaz sonun bir başlangıcı vardır, buna mani olamazsınız. Her şeyi “kader” çizgisinde değerlendirirseniz; mutlaka “tespit edilmiş bir geleceğin” olduğuna şahit olursunuz.
Tamam, tarih hepimizin ortak değeridir; ancak geçmişte yapılan yanlışlıkları sahiplenerek, “korumacı” bir anlayışı da millete dayatamayız. Bir taraf tarihle “övünürken” diğer taraf tarihle “dövündüğü” zaman tarihten ders çıkarmak mümkün olmuyor! “Hesaplaşma” bir yerde barışa inkılap etmelidir.
Tarihi olduğu gibi kabullenen milletler ve idarecileri daha bir özgüven içindeler. Mesela Birleşik Devletler kıta Amerika’sında on milyonca Kızılderililerin kanları ve gözyaşları üzerine kuruldu. Afro-Amerikalıların trajedisi ise cabası! Bütün bunlara rağmen “Amerikan rüyasını” kendi halkına göstermeye çalışmaktalar…
Türk Siyasal Tarihi açısından “ortak bir tarihte” uzlaşma iddiasında olacaksak, “ortak bir geleceği de” hep beraber inşa etmek durumundayız. Rahmetli Özal; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” diye bir hedef göstermişti. Bu hedef, “gerçek tarihle yüzleşmekle” olur. Bu rüya ancak böyle gerçekleşir. Sancı bu yüzdendir. Tarih sosyolojisi veya din sosyolojisi açısından konuya yaklaştığımızda, bizim medeniyet kodlarımız “tarihteki aksaklıkları örtecek kadar zayıf” nitelikte olmadığını görürüz. Tarihi gerçekler er geç ortaya çıkmaktadır. Siz ne kadar tarihin üstüne örtü örtmeye çalışırsanız çalışın, gün gelir bu örtü tarihin üzerinden kalkar. Buna mani olmak mümkün değildir. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Bilimsellik denilen şey budur.
Rahmetli Ecevit vefat etmeden önce “Sultan Vahdettin’in vatan haini olmadığını” haykırdı. Oysa resmi ideolojinin dayattığı tarih bize öyle demiyordu; O bir vatan hainiydi! Yalan…
“Çatışmacı zihniyetin gelecek projesi” milletin genetik kodlarına uymadı. Ülkenin inkişafında yöntem olarak “bilim” değil, “Batı’nın yoz kültürü” benimsendi. Sonunda kaybeden biz olduk, millet oldu. Milletin enerjisi “toplum mühendisliği projesinin uzantısı olan hesaplaşmaya” kurban verildi. Batı’nın bilimdeki gelişmişlik düzeyini bir türlü yakalayamadık. Batının yoz değerleriyle oyalanırken tarihimizi “reddi mirasla” yalanladık ve yakın tarihi bir türlü gerçeğinden ayıklayamadık.
İsmet İnönü, birçok tarihi şahsiyetler gibi kendi döneminde önemli roller üstlenmiştir. CHP’nin Tek Parti döneminde birçok icraatları olmuştur. Nihayetinde kendisinden sonra Bülent Ecevit’in CHP’deki “siyasi zaferini ve fikir ayrılığını hazmedemeyip” istifa etmiştir. İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’de CHP’de müstafi siyasetçilerdendir. Tarih onlara bir rol biçti ve bu rolü yanlışı ve doğrusuyla oynadılar. CHP’nin kurucu genel başkan sıfatını taşıyan İsmet Paşa CHP’yi terk edebilmiştir. Aynı zamanda o kişi, Cumhuriyeti kuran partinin en önemli kişiliğine de sahip!
Şimdi İsmet Paşa “vatan haini mi” oldu?
Öyle ya, “CHP Cumhuriyeti kuran parti ise, oradan da ayrılan haindir”, mantık bu!
Tarihe ve tarihi şahsiyetlere haksızlık etmeyelim!