İslam karşıtları gelince; biz dinimize sahip çıkıyor; haksızlıklara, karşı direniyor ve cenneti hak ediyoruz. Ama bizimkiler gelince; para, makam, keyf, refah peşinde koşmaya başlıyor; birbirimize düşüyoruz; dünya metaı için cehennemi hak ediyoruz.
Peki siz hangisini istersiniz?.
Öbür dünyaya gidip de cehenneme atılınca, insanlar dünyaya geri dönüşün yolu olup olmadığını sorarlar. Daha önce “Galu Bela” zamanında söz verdikleri gibi yine sözler verirler, ama dünya hayatını görünce yine verdikleri sözleri unuturlar, aynı sapkınlıklarına devam ederler. “Elestü bezmi”nde verdiğimiz sözü ne çabuk unuttuk. Şimdi yeniden vahiyle yüzleşme zamanıdır!
“Ağzımızın tadını kaçıran ölümü sıkça analım”.. Zor bir zamandan geçiyoruz. Allah gönlünüzü ferahlatsın. Sabır ve güç versin. Allah, onun rızasına tabi olanları korusun. Cahillik etmeyelim ve zalimlerden olmayalım ki, O’nun gazabından emin olalım.
Ayet bu konuda şöyle diyor: “Onların, ateşin karşısında durdurulup, ‘Âh! keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!’ dediklerini bir görsen! Hayır! daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” (En’âm, 6/27-28)
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır. (Mü’minun 99-100)
Bilmem biliyor musunuz, Kur’an-ı Kerim “Mütrefinler” diye bir topluluktan söz eder. Yani rahat, refah, zenginlik, dünya menfaati peşinde koşanlara Mütrefinler denir. Bunlar keyflerine düşkün, varlık içinde zevkü safaya dalan, şımarmış, müsrif, kendi şöhret ve kibirleri için bol keseden harcarken, kaz gelecek yerden tavuk esirgemez iken, muhtaçlara karşı cimridirler. Vakıa suresinde bunlar dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı. Kitapta bu “Mütrefin” taifesi uzun uzadıya anlatılır. Önce kendi nefsimize bakalım, sonra çevremize! Bakın bakalım, kim bunlar! (Onlardan uzak duralım): Vakıa 41- 55 /Amel defteri solundan verilenler; ne bedbaht o solundan verilenler! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler. Serin ve rahatlatıcı olmayan, kapkara bir duman gölgesindedirler. Çünkü daha önce onlar hazlarına tutsak olmuşlardı. O büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı. Şöyle diyorlardı: “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Üstelik gelip geçmiş atalarımız da mı?” De ki: “Hem öncekiler hem sonrakiler; Bilinen bir günün belirlenmiş bir vaktinde mutlaka bir araya getirilecekler!” Sonra siz ey yoldan sapmış inkârcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya kanmaz içişleriyle. İşte hesap gününde onların ağırlanması böyle olacak!” Vakıa işte tam da budur.
Yani Cennete gitmek için ille de dünyayı feda mı etmemiz, her türlü lezzet ve rahattan uzak mı durmamız gerekiyor?. Hayır, ölçü şu, kazanırken de Allah’ın rızasını esas alacağız, harcarken de! Ama aynı zamanda dünya hayatının amacı oyun ve eğlence değildir. Bunu da bileceğiz tabii ki. Ankebut 64: “(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi! / En’am 32: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için şüphesiz ki âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” Evet, biz “Haz”, “Neşe”yi değil, “Çile”yi, “Hüzn”ü seçtik. Resulullah bir hadisinde “Bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar, az gülerdiniz” der.. Bunlardan tamamen uzak olduğumuz için değil, önceliğimiz, helal kazanmak, Mübahat’ın dışına çıkmamak, sahip olduğumuz dünya nimetlerini kardeşlerimizle paylaşmak, infak etmek, sadaka vermek ve harcarken de bu ölçülere bağlı kalmak, israf etmemek.
Meşru zenginliğin sınırı konusunda Hz. Süleyman’ın zenginliği bir misaldir. Meşru yoldan kazanıp, meşru şekilde harcandıktan, kibirden ve israftan uzak, Allah’ın rızasını gözeterek yapılıyorsa bu işler sorun yok. Ama değilse, o zaman o servet bir fitneye dönüşür. Zenginlik her zaman, herkes için hayır getirmez. Hatta dua ile istenen belaya da dönüşebilir. Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Her halukârda sabredenlerden, şükredenlerden, haksızlığa, zulme, sömürüye karşı direnenlerden olacağız. Allah yolunda mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle savaşmayı, o yolda bu değerleri feda etmeyi göze alabilmemiz gerekir. Ve bunu yaparken, bizlerin alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olduğumuzu, Allah’ın bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istediğini, bizim yaratılış gayemizin, bu anlamda Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olmak olduğunu unutmamamız gerekir. Yine unutmamamız gerekir ki, O’nun kolaylaştırdığından daha kolay, zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur. O, kendi ipine tutunanların yardımcısıdır.
Bu dünya ahiretin tarlasıdır. Bu dünya bir imtihan yeridir. Bizler yaşadığımız zamana ve mekana şahid tutulacağız. Adil şahidler olacağız. Görevimiz, Hakkın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi. Haksızlıklar karşısında susanlardan olmayacağız. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalimlere karşı çıkacağız.
Cahillerden, zalimlerden, fasıklardan, inkarcılardan, münafıklardan, müstekbirlerden, mütrefinlerden olmayalım; onlardan uzaklaşalım diye, selâm ve dua ile.