Akşam çöküyor.
Gün, emdiği kanla şişmiş bir böcek gibi devasa olaylarla yüklü bir irilikte.
İstanbul’un narin silueti, pembemsi bir kızıllıkla kararmaya hazırlanan gökyüzünün son aydınlığıyla, Boğaz’ın eskimiş gümüş gibi solgun bir parıltıyla akan suları arasında incecik bir çizgi halinde uzanıyor.
Nerdeyse saniye saniye görüntünün ve ışıkların değiştiği bu an, garip bir şekilde günün önemsizliğini hatırlatıyor bana.
Hızlıca bir yazı yazmam gerekiyor ve hızlıca bir yazı yazmak istemiyorum.
Günün ağırlığının altından sıyrılıp, akşam alacasının bu kısacık parıltısından günsüz bir zamana kaymak, zamanın günleri önemsiz kılan o yekpare sonsuzluğuna sığınmak istiyorum.
Günle ve olaylarla kabarmış değil, anılarla ve hikâyelerle sükûnete ermiş bir yazının içine bırakmak istiyorum kendimi.
Henry James bir gün Maupassant’ı ziyarete gitmiş.
İki büyük yazar.
James huysuz biri.
Maupassant delirerek ölmüş ama o sırada henüz kaderini bilmeyen bir adam.
James’i, yanında yüzü maskeli çıplak bir kadınla karşılamış.
Üçü birlikte öyle yemek yemişler, Maupassant, o kadının “bir fahişe değil, sosyeteden bir kadın” olduğunu söylemiş; bu, James’in daha da hoşuna gitmiş.
Ve, hayran kalmış Maupassant’a.
İşin hoş yanı James’in kadınlarla bir ilgisi olmaması, hayatını cinselliğin her türlüsünden uzak geçirmiş bir adam.
Ama kadından değil, sahnenin kurgulanış biçiminden, olağanüstülüğünden, unutulmazlığından etkileniyor.
Bunun, delirmek için kuluçkaya yatmış bir ruhun armağanı olduğunu bilmiyor elbette.