DEPREM SONRASI İLETİŞİMSİZLİK VE FISILTI EDEBİYATI

Burhan OKUTAN

Bazıları; kariyer yapamama, senede bir defa olsun uygun bir yerde tatile gidememe, çevresi ile barışık olamama, yabancı dil öğrenememe, kitap okuyamama, ailedeki huzursuzluk, küresel ısınma, benzin fiyatlarının yükselişi gibi birçok konudaki rahatsızlığını “ideolojik” boyuta taşıyabilmektedir. Her şeyin sorumlusu “iktidar partisi” veya “devlet” olarak görenler var.    Zira Hz. Ömer’in ifadesinde olduğu gibi  Dicle kıyısında otlayan bir koyunu kurt kapsa, hesabı benden sorulur” diyen bir anlayıştan geliyoruz.

Bütün bunların ötesinde meseleyi “devletin resmi ideolojisine” bağlayanlarda olabilir.  Emin olun böyle düşünenler varsa bu absürt bir düşünce sayılmaz!

Türkiye’de resmi ideolojinin halk üzerindeki etkisi “baskıcı” bir anlayışla gerçekleştiği bilinen bir gerçektir. Bu “otoriter yapının”, hayatın bütün alanında etkisi olmuştur.  Ancak, olaya bu açıdan yaklaşıp her şeyi “sistemin ceberruti yönüyle gerekçelendirmek, sisteme fatura etmek” de işin kolayına kaçmak olur! 

Bir özeleştiri olarak “dayatma ideolojisi” bağlamında, bir iletişim aracı olan “selamlaşma”  konusunu ele alalım. Maalesef toplum, “selam” konusunda oldukça “politize” olmuş durumdadır. Bu her cenahın problemidir. Oysa selamlaşma; “merhaba, selam ve selamünaleyküm” gibi kavramlar bir iletişim aracıdır. Selam vermekten çekiniyoruz. Toplumda bir içe kapanıklık var. Yabancılaşma ve güvensizliğin emareleri var.  İletişim sıkıntısı çekiyoruz. Acaba bütün bu olumsuzluklarda   “ideolojik bir boyut” var mı? 

“Yakın Tarih” sürecinde “selamlaşma” konusunda dayatmalar olmuş, bu iletişim aracı İslami bir terminolojinin ürünü olduğu için bunun yerine “uyduruk bir terminoloji” kullanılmış, bazılarında muvaffak olunmuş, bazılarında ise toplum bunu reddetmiştir.

Halkın geneli üzerinde kabul gören “selamünaleyküm” sözü bir başka “politik gurup” tarafından “merhaba” veya “selam” diye karşılık bulmaktadır. Bunun terside mümkündür. Oysa üçü de Arapça bir kelime olup, İslami referanslardan doğmuş kavramlardır. Öyleyse konuşma dilimizi oluşturan bu dili niçin “politik hesaplara” kurban veriyoruz. Bir birey, bir vatandaş; hangi toplumda yaşıyorsa o toplumun iletişim dilini kullanmak zorundadır. Devlet ricali buna hem örnek hem de dikkat etmelidir. Neticede dil, bir iletişim aracıdır.

“Tünaydın” kelimesi toplumda karşılığı olmayan “uyduruk ve dayatma” bir selamlaşma örneği olarak karşımıza çıkar. Toplum bu selamlaşmayı kabullenememiştir.  Yine selamlaşmada “hayırlı” kelimesi yerine “iyi” kelimesi yerleşmiştir! “Efendim bu kelimede ne gibi olumsuzluk var” diyebiliriz. Bir olumsuzluk yok; ancak “içi boşaltılmış” ve çok yalın durmaktadır.  Bizim  “düşünce kodlarımız” değiştirildi ve böylece “algı” düzeyimiz de düştü, farkında değiliz.  “Hayırlı akşamlar” dendiğinde, ister “hüzün” ister “ferah” bir durum olsun, her şarta Allah’tan “hayır duanın” edildiği bir anlam bütünlüğü vardır. O kişiye her şartta bir “iyilik” temennisinde bulunduğumuzu biliriz. Ancak “iyi” kelimesini her şarta kullanamadığımızı da biliriz.  Mesela; “bayramınız mübarek olsun” kelimesi yerine “iyi bayramlar” kelimesi yerleşmiştir. “Bayram”, kişinin içinde bulunduğu her şarta “mübarek” olmasına karşın,   “iyi bayramlar” temennisi aynı anlam bütünlüğü taşımaz. Bayram günü vefat eden bir kişi için; “iyi bayram gününde vefat etti” denmez.  “Mübarek bayram günü vefat etti” denir. Tabii, bu örnekleri çeşitlendirmek mümkündür… 

 Siz iletişimi “yanlış kodlarla” yaparsanız, çok basit bir ifadeyle  “Marslı” muamelesi görürsünüz.  Halkın dilini konuşamaz ve anlayamazsınız. Halktan uzaklaşırsınız. Tabi böyle bir hassasiyetiniz varsa, “halkçıyım” diyorsanız! Entelektüel bakış açısı da aynıdır. Dildeki yabancılaşma, aydınlar arasında da birbirini “tahammülsüzleştirir” ve bu durum “çatışmacı” bir hal alır. Fikirler anlam ve değer kaybına uğrar. Yazılarımıza yorum yapan bazı heyecanlı arkadaşlarda aynı eksikliği görüyorum. “Bu adam ne diyor” diye kafa yorma zahmetine bile giremiyor! Tabi, bu durum bütünüyle onların suçu değil, böyle alışıla gelinmiş...

Bu gün Türk halkının entelektüel birikimi varsa, bu birikimini büyük kısmını İslami Türk Edebiyat’ına borçludur.  Bu istisnasız tüm kesimler için geçerlidir. “Sağcı, solcu, İslamcı, ateist” ve bilumum düşünce adamı buna dâhildir.  Dilden bahsedip de rahmetli Atilla İlhan’ı anmamak olmaz! Rahmetli Atilla İlhan; “bu memlekette ben aydınım diye geçinen insan atalarının dilinin yüzde kırkını  (Osmanlıcayı kastediyor) bilmek zorundadır, yoksa kendisine ben aydınım demesin” diyordu. Yıllarca bize “İslam Harfleri’nin” zorluğundan bahsettiler ve dilimizin duygu ve düşünce dünyasına yansıyacak “nüansları” unutturdular. Tarihimizle olan bağı kopardılar. Bırakın yazılı eserlerimize, dedelerimizin mezar taşlarına bile yabancılaştık.  İşin içine “ideoloji” girdi ve eskiye “tu kaka” denildi. Oysa bu gün filolologlara sorsanız, ‘İslam Harfleri’nin Türkçeye daha uyumlu olduğunu söyleyeceklerdir. Bu hem “anlam” hem de “yapı” olarak böyledir. Bu bilimsel bir gerçektir.  Keşke zamanında seçmeli ders olarak bu alfabe de olsaydı, zararı mı dokunurdu? Dedik ya, “resmi ideolojinin otoriter yapısı” buna cevaz vermedi!

Bunları söylerken “eskiyi getirme özlemi” ile değil, ufuk aralamak adına söylüyoruz. Özeleştirimizi yapıyoruz. Yoksa “Latin harfleri yerine İslam harfleri getirilsin” diye bir yaklaşımız olmaz! Günümüzde olmaz. Böyle bir durumda aynı şekilde ilk karşı çıkanlardan olurduk. Eskiden buna karşı çıkanlar zaten bedel ödemiştir. Şimdi yeniden bir milleti bir gecede yeniden okuma yazması olmayan “ümmi” konumuna kim düşürmek ister? Bu  akla ziyan bir yaklaşım olurdu. Neyse bu ayrı bir konu…

 İletişim dilinin halka dönük siyasi boyutu hiçte yadsınamayacak bir durumdur.  İstisnasız, toplumun bütün kesimi bu konunun muhatabıdır. Bu topraklarda “resmi ideolojinin ceberruti uygulamaları” zaman zaman toplumu “kimliksizleştirmeye” itmiş, toplum “takiye” yapar duruma gelmiştir. Yeri geldi, dayatmalar topluma “üç maymunu” oynatmıştır. Siyasi partiler, cemaatler, dernekler, kurumlar ve camialar bu etkiyi birebir yaşamıştır ve eskiye nispeten çok daha düşük seviyede yaşamaktadır. Bütün bu sosyal guruplar ve muhatabı olan birey veya vatandaş, zaman zaman statü edinmek, ayakta durabilmek ve toplumsal hayata tutunabilmek gayesiyle  “kuşdili” kullanma ihtiyacı duymuşlardır.  “Düşünce ve ifade özgürlüğü” diye bahsedilen konular, kanunların çizdiği sınırlarla belirlenmiş, resmi ideolojinin tasallutuna uğramış, din ve evrensel düşünce normları ya rafa kaldırılmış veya bir şekilde kenara itilmiştir.  

Durum böyle olunca da toplumda “fısıltı edebiyatı” diye bir dil gelişmiştir. Bu edebiyatı en çok kullanan kesim ise “dini ve mezhebi hassasiyeti yüksek” kesimlerde görülmüştür. Son zamanlarda bu kesimlerde büyük “toplumsal kırılmalar” yaşanmaktadır.  Ondan sonra da siyasi parti ve partililer gelmektedir…

Hâsılı; “fısıltı edebiyatı ve iletişim eksikliği” hem bireyler arası, hem de birey ve devletin kurumları arasında bir  “problematik” olarak önümüzdedir. Zaman zaman okurlarımız, bazı tarihi özeleştirilerimizi yaptığımızda “sosyolojik deprem etkisi” uyandırmakta ve  “neden bunları şimdi dile getiriyorsunuz” sorusunun cevabı da “depremin artçılarında” olduğunu algılayamamaktadır.

Buna ister “toplumsal hastalık” deyin ister “zorunluluk”, bu sosyolojik bir problemdir.  Demokratik standartlar genişledikçe, toplum bilgi toplumu olma yolunda mesafe kat ettikçe, “kanun devleti ve hukuk devleti” ayrımı tam manasıyla gerçekleştikçe bu problemlerden de o kadar erken kurtulacağız.

İlk yorum yazan siz olun
OKUYUCULARIMIZIN DİKKATİNE !... Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.