Şöyle söyleyeyim, eğer bizim devlet bir araba olsaydı dün şanzımanı dağıtmıştı.
Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman ciddi ve gerçek bir devletimiz olmadı ama dün yaşananlar kendi standartlarımıza göre bile bir faciaydı.
Savcı, MİT Başkanı’nı ifadeye çağırdı.
Suçu, PKK ile barış müzakereleri sürdürmek.
Böylece yargı, devletin herhangi bir şekilde PKK ile görüşmesini engellerken, savaşın da müzakereler yoluyla sonuçlandırılmasının önünü uzunca bir zaman için kapatmış oldu.
Bundan sonra kim devlet adına PKK ile görüşebilir?
Tabii burada asıl hedef Başbakan Erdoğan olarak görülüyor, çünkü MİT Başkanı’nı bu görüşmeler için görevlendiren o.
Erdoğan, cesur ve doğru bir politik hamlesi nedeniyle bir anda yargının menziline alındı.
Hükümet de savcının girişimine karşılık derhal İstanbul Emniyeti’nin KCK operasyonlarını yöneten iki amirini görevden uzaklaştırdı.
Birdenbire karşımıza polis-yargı işbirliğiyle, hükümet-MİT işbirliğinin çatışması olarak tercüme edilebilecek bir görüntü çıktı.
Devlet ikiye ayrıldı.
Hükümetin, derhal iki polis şefini görevden alması, bu olaylardan polisi, en azından polisin bir bölümünü sorumlu tuttuğunu ortaya koyuyor.
Uludere katliamının da “ordunun denetimsizliğini” ortaya çıkardığını düşünürsek, bir tür “fetret devri” yaşadığımız, ordunun ve polisin bir bölümünün hükümetin kontrolünden çıktığı söylenebilir.
Buna bir de yargının durumunu ekleyin.
İstanbul’un başsavcısı ile vekili geceleyin, “savcının MİT Başkanı’nı çağırdığını” yalanlıyor, ertesi sabah basın toplantısı yapıp “savcının çağırdığını” açıklıyor.