Köyler, baskının rahat kırıldığı yerlerdir.
Tabiatla iç içe yaşamaları, tarla sürmek, odun kesmek, mantar toplamak, hasat biçmek gibi işlerin peşinde günlerini diğerlerinden uzak geçirmeleri, küçük köylerde bile insanların birbirlerini denetlemesini zorlaştırır.
Onlara tabiat geniş bir yaşama alanı sağlar.
Kentler ise kalabalıklarıyla özgürdür.
Kimse kimseyi kolayca izleyemez.
İzlemeye de çok vakti yoktur zaten, insanlar koşturup dururlar.
Varoşlardaki ve küçük mahallelerdeki “baskı” da orada yaşayan insanların mahallelerinden ayrılıp kalabalığa karıştıklarında kaybolur.
Kasabalar ise ne köye, ne kente benzer.
Ne açılabilecekleri geniş bir tabiat, ne de arasına karışabilecekleri bir kalabalık vardır.
Hepsi, her an göz önündedir.
Asıl büyük baskı kasabalarda yaşanır.
Kasaba insanları kendilerinin esirdir, hem esir olurlar, hem esir alırlar.
Sıkışık bir hayat sürerler.
Yasakların ve baskıların en keskin biçimde ortaya çıktığı yerler kasabalardır.
Ve, özellikle seks konularında “toplumun resmî ahlakı” kasabalar tarafından belirlenir.
Bizim gibi toplumlarda “muhafazakâr” ahlaka ana rengini veren de kasaba ahlakıdır.
Bu ahlakın temelini “gözetleme, dedikodu ve baskı”nın oluşturduğunu saklayabilmek için de “din” bir kamuflaj olarak kullanılır.
Bugün siyasi iktidar da, kendini “dindar” olarak tanıtarak ve din adına davranıyormuş gibi yaparak kasaba ahlakını bütün ülkede geçerli kılmaya, sanatı ve eğlenceyi bu ahlakın cenderesine sokmaya uğraşmanın işaretlerini veriyor.
İstanbul’da Şehir Tiyatroları’nın repertuarını “belediyecilere” yaptırmak gibi tuhaf girişimler bunun ilk adımları.
Ama atılan tek adım değil bu.