Biliyorum, yılın ilk sabahı için biraz ağır bir başlık oldu.
Ama ben yılbaşılardan, böyle toplu kutlamalardan pek hazzetmem.
Yılın ilk sabahı, “bol limonlu bir domates suyu var mı”, “benim Alka-Seltzer’im nerede”, “bir soğuk bira açar beni” diye başağrıları içinde uyanan akşamdankalmalardan pek olmam.
Benim bugün anlatmak istediklerimin asıl muhatapları da zaten dün geceye de, bu sabaha da öyle fazla anlam yüklemeyen, geceyi içkisiz, sabahı ayık geçiren dindar ve muhafazakâr kesim.
Genellikle ben “dindar” ve “muhafazakâr” sözcüklerini eş anlamlı kullanıyorum.
Aslında bu bir hata.
Bu iki özelliğin birarada görülmesine sık rastlanır ama dindar ile muhafazakâr arasında bazen çok büyük farklar ortaya çıkıyor.
“Dindar” dendiğinde benim ilk aklıma gelen “dürüst ve içten” bir insan.
Dürüst ve içten olmadan gerçek bir dindar olunamayacağına inanıyorum.
Muhafazakârlar ise her zaman “dürüst ve içten” olamıyorlar.
Onları dürüstlükten uzaklaştıran ise içlerinde barındırdıkları “milliyetçilik” damarı.
Yeryüzünde hiç kimse, kendi ırkının, kendi kavminin altı milyar insan arasında “en iyi ırk, en akıllı ırk, en dürüst ırk, en cesur ırk” olduğunu, geçmişinin diğer bütün ırkların ve kavimlerin geçmişinden daha parlak, daha övünülecek bir geçmiş olduğunu “yalana sapmadan, tarihi çarpıtmadan” savunamaz.
Tanrının yeryüzündeki bütün kullarını eşit yarattığına inanan, “yaradılanı yaradandan ötürü seven” hiçbir dindar da zaten kavmiyetçiliğe, ırkçılığa sapmaz, sapamaz.