“Diyalog” Yunanca bir kelimedir. İki kelimenin birleşmesiyle tek kelimeye dönüşmüştür. “Dia” vasıtasıyla, yoluyla, “log” ise; kelime, söz, anlam manasına gelir. Istılahtaki(terminoloji) anlamı ise; iki kişi arasındaki konuşmayı, sohbeti ifade eder.
Günümüzde “diyalog” kelimesine terminolojiden uzak ve bağımsız bir şekilde yeni bir anlam yüklenmiş ve bu kelimeyle farklı bir “algı” oluşturulmaya çalışılmıştır. Oluşturulmaya çalışılan algı “din” ve “medeniyet” kavramı üzerinden olmuştur.
Uluslar arası ve kişiler arasındaki diyalog, “dinler arası diyalog” veya “medeniyetler arası diyalog” şeklinde anlam genişlemesi olmuş ve zorlama bir mecraya taşınmıştır...
Huntington’nun “Medeniyetler Çatışması” tezini incelediğinizde “Uzakdoğu dinlerinin (Hinduizm-Budizm vb.) ‘ölü medeniyetler’ olduğunu, insanlığa çözüm üretemeyeceğini, İslam’ın ise kendini yenileyen dipdiri, capcanlı yapısıyla insanlığa ışık olabileceğini, çözümün odağı olacağını, önümüzdeki 50 yılda bu niteliğin gerçeklik kazanacağını ve Batı’nın mutlaka önlem alması gerektiğini” söylemesi, bu diyaloglarda yatan art niyeti görmemizi sağlayacaktır…
Demek ki “diyalog” meselesinin dini değil, siyasi bir boyutu var! “Diyalogculuk”, İslam’ın ve Kuran’ın âlemşümul(evrensel) olmasının önünü kapatmaya dönük geliştirilmiş siyasi bir hareketin adıdır.
Bazı Müslüman ekollerinin bu dizaynın bir parçası olmaları, bizzat içinde yer almaları, iki sebebe bağlanabilir.
Birincisi; farkında olmadan alet olmalarıdır…
İkincisi ise; Müslümanlığa ve Müslümanlara gelebilecek muhtemel olumsuzlukları minimize etme ve İslam’a daha çok hizmet gayesiyle bu yapıda bilerek yer almalarıdır. Tıpkı Bükük Ortadoğu Projesi’nde olduğu gibi!
Vaktiyle birçok eleştirilerin muhatabı olan Cemalettin Efgani ve Mısırlı Muhammet Abduh gibi düşünürlerin bizzat Mason localarına başkanlık etmeleri bu gaye ile olmuştur. Bu düşünürlerin yönelişlerinde metodolojik hata olduğunu müfessir Seyyid Kutup, Elmalı Hamdi Yazır ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi birçok düşünürler karşı çıkmışlar, fikirlerine reddiyeler vermişler, usuldeki yanlışlarını ortaya koymuşlar, bu kişileri şaz(ayrık) olarak tanımlamışlar ve yöntemleri iyi emsal olarak göstermemişlerdir…
Her din, kendini muhafaza etme gayesiyle inanç esaslarını ispat etmeye ve bu inanç esaslarını korumaya çalışır. İslam’ın diyalog yaklaşımı da metodolojiktir. Diyalog ancak, bireyler arası ve uluslar arası etkileşim olarak tezahür eder. İslam’ın buna mani olması söz konusu olamaz. İslam, insan ilişkilerinde ikili ilişkilerden uluslar arası ilişkilere uzanan yelpazede ilişkileri çok yönlü tanzim eder. Barışı, kardeşliği ve yardımlaşmayı teşvik eder. “Komşusu aç iken kendisi tok olarak uyuyan bizden değildir” anlayışıyla hareket eder. İslam, bütün insanlığa barışı getirmek gayesindedir.
İslam, “insanoğlunun kardeşliğini” iki temel üzerine inşa etmektedir. Birincisi; hilkatte(yaratılışta) kardeşliktir. İkincisi ise; dinde kardeşliği esas alır.
Hilkatte kardeşlik; Kuran’daki “Biz âdemoğlunu saygıdeğer kıldık” yaklaşımıdır. Hz. Peygamberin Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkması, “niçin ayağa kalktığını, o cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğunu” söyleyenlere karşı da “Âdemoğlu değil midir” cevabı, bütün insanlığın yaratılışta kardeş olduğunu ve saygıdeğer olduğunu ifade eder. Gayrimüslimlere karşı insani ilişkilerde azami saygıyı gözetir. Böylece ayrışma noktasının hilkat(yaratılış) değil, inanç olduğunu göstermiştir.
Dinde kardeşlik ise; sadece “iman kardeşliğini” esas alan bir kardeşlik, “ Allah katında din, İslam’dır” iddiasıyla, “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” sınırını çizen “iman ve İslam” kardeşliğidir.
İslam, bu sınırı çizmekle diğer dinlere inanç temelli fikri bir meydan okuma tavrındadır. Bu da her din için zorunlu ve geçerli bir meydan okumadır. Yoksa dinin “din olma iddiası” olamazdı. Ayrıca İslam, meydan okumanın yanında diğer dinleri benimseyenleri de himaye eder, dinlerini yaşamaları için özgür ortamı hazırlar. Hz. Peygamber Necran Hıristiyanlarını Mescidi Nebevi’nin içinde ibadet ve konaklama imkânı tanıması, hoşgörünün zirvesidir. Burada hoşgörü inanca değil, inanç sahiplerinedir. Mesela İslam şirki(ortak koşmak) hoş görmez. Tövbe suresi 28. ayette “Müşrikler necistir(pislik)” derken “pis” olarak ifade edilen “müşrik olmak” sıfatına yöneliktir…
İslam’ın “şirki ve müşriki hoş görüyorum” demesi durumunda din kendisiyle çelişir…
İslam, hangi din olursa olsun, ineğe tapan bir Hindu’ya dahi “dinde zorlama yoktur” Kur’ani yaklaşımı ile himaye eder, fakat o dinin yanlışlarına bir hüsnü niyet(tolerans) göstermez…
Hiç kimse ineğe tapan bir Hindu’yu başka bir inanca zorlayamaz. İneğe de tapar, amuda da kalkar, bu bir tercih ve inanç meselesidir…
İslam, sadece “iyiliğe ve doğruya” davet eder. Dinlerin ve medeniyetlerin çatışması veya uzlaşması, insani ilişkilerde birbirlerine gösterecekleri hoşgörü ve tahammül ile sınırlıdır. İslam, insani ilişkilerde iyiliğe(marufa) teşvik ettiği gibi dinin belirleyici ilkelerinde de ayrışmayı öngörür…
İslam “herkesin kutsalı kendinedir” der. “Siz onların kutsalına söverseniz onlarda sizin kutsalınıza söver” Kuran’ın yaklaşımıdır. Her imanmış birey veya toplum, “model olma” hedefinde inandığı din ile etkileşim sağlar. Dayatma değil, etkileşim söz konusudur. Zaten hiçbir din ve medeniyet tek başına, durup dururken, bağımsız bir şekilde ortaya çıkmaz. Sebep sonuç ilişkisi vardır…
Dinler arası diyalog derken, “ortak olan inanç esaslarını birleştirelim” anlayışının bilimsel bir karşılığı yoktur. Müslümanların Allah inancı ile Hıristiyanların Allah inancı “tek Tanrı” olması dışında nitelikte tamamen ayrışma söz konusudur…
Her üniversite, her ekol, kendi çalışma metodunu benimser. Dinler de benzer metotla ilkelerini ortaya koyar. İman ve amel esaslarını belirleyen “dinlerin özerklik ilkeselliği” devre dışı bırakılmak istenmesi, “tek din” oluşturulmaya çalışılması, dinin özünden veya kendi dinamiklerinden hareketle değil de, dışarıdan bir müdahale ile gerçekleşmekte ve “amelsiz bir din” ihdas edilmektedir. Dinin kendisi buna müsaade etmez. Bu olsa olsa “muamelâtı olmayan yeni bir din ihdas etmek” olurdu…
Mesela İncil; “ ...Tanrımız olan Rab tek Rab'dir. Tanrın olan Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle sev... 'Tanrı tektir ve O'ndan başkası yoktur' demekle doğruyu söyledin” (Markos, 12: 29-32) der. Öbür taraftan İncil teslis(üçleme) inancını benimsiyor. Baba(Allah)-Oğul(İsa)-Ruhulkudus(Cebrail), “üçü de tanrıdır” diyor.
Yine Tevrat; “Ya RAB, bir benzerin yok, Sen'den başka Tanrı da yok!..” (1. Tarihler, 17: 20) diyor. Öte yandan Yahudiler, Üzeyir(a.s) için “Allah’ın oğludur” diyor.
Burada “diyalog” işler mi?
Peki, Kuran ne diyor?
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim..." (Al-i İmran Suresi, 64)
Bu ayette zikredilen esaslar bizim imana taalluk eden esaslardır. Diyalog derken bizi olduğumuz gibi kabul edecek bir diyalogun gerçekleşmesi aklen mümkün değildir…
O zaman zaten Müslüman olurlardı!
Bu “diyalogculuk” toplantılarında Müslümanların dışındaki din otoritelerinin “İslam’ı bir din olarak eşit şartlarda muhatap kabul etmemeleri” gerçek niyetlerini göstermektedir.