Büyük halk ozanı Aşık Veysel’in dediği gibi,
Güzelliğin on para etmez,
Şu bendeki aşk olmasa.
Seninle dolu yüreğim olmasa bir taş yığını gibi durursun karşımda.
Eyy ulaşılmaz sandığım, her adımda büyüyen, yeniden varolduğum zirvedeki yar. İşte yine sana ulaşmak için yine yollara düştüm. Ne saatlerin önemi var, ne engellerin. Sadece senin kucağında yeniden var olmanın vermiş olduğu gururu ve mutluluğu tatmak için. Seni anlatan ne varsa, doldurdum yüreğime. Aldım evimi sırtıma, rotam belli. Vurdum yola.
21 Temmuz 2010
Saat : 09.00
Hareket yerimiz : Rize
Gel, can efsanemizin başladığı yere gidelim. Yüzyıllık Ağrı’nın zirvesinden yaban güvercinlerini salarak özgürlüğümüzü ilan edelim tüm dünyaya. Yaban koyunlarının yününde ısıtalım bedenimizi, Anadolu’nun hamuruyla yoğrulmuş yüreğimizi, daha fazla asimile etmeden kendimiz olalım, beraber efkar dağıtalım, barış şafaklarının aydınlattığı kayalıklarda. Gelin arabasının arkasından koşan çocukların bakışlarında Karadenizimin dereleri gibi coşalım. Yıldızlara uzanıp dağlarla kardeş olmaya
Üç kafadar Rize’den çıktık yola. İlk şehrimiz Artvin. Arkasından Ardahan/Göle sonra Iğdır, Kars. İçimiz içimize sığmayarak bir heyecanla geçip Niğde’ye vardığımızda dur yolcu der gibi yüreklerimize doluverdi Ağrı havası. Burası bambaşka bir yer, herkesin bulunmak istediği ve cesaret edemediği yer diye haykırıyordu adeta. Karşımıza küçük bir çay ocağı, üç beş tahta sandalye ve masa konmuş, yorgun yüzlü birkaç kişi oturuyor kendi aralarında sohbet ederlerken çaylarını içiyorlardı. Selamün aleyküm diyerek yaklaştık yanlarına. Buyur ettiler, çay ikramında bulundular. Görünüşte çayımıza benzeyen fakat ilk yudumda bile bizden farklı olduklarını söyler gibiydiler. İlk yudumda damak tadımı altüst eden çayın adı kaçak çaymış. Sanki kırmızı renkte esanslı suydu benim için. İkram edilen şey geri çevrilmezdi. Nihayetinde gözlerim Ağrı’nın Iğdır rotasını hesaplarken yudumladım kaçak çay dedikleri esanslı suyu. Ben Türkiye’de çayın merkezinin çocuğuydum. Çayımızı içtikten sonra yolumuza devam ettik.
Doğu Beyazıt’a geldik. 55 plakalı arabamızı otelin önüne park ettikten sonra arkadaşım Tdf. Eğitmeni Yusuf Canbaba’yı arayıp geldiğimizi haber verdim. Konuştuktan sonra bir saat sonra geldi. Kısa bir sohbet aramızdaki hasreti son buldurdu. Bu altıncı yolculuğumdu efsanenin şehri Ağrı’ya ama ilk defa çıkıyor gibi çok heyecanlıydım hem de tarifi olmayan bir heyecan. Kalbim yerinden fırlayacak gibi. Uzun bir yolculuktan sonra karnımız acıkmıştı. Yemek için yöreye ait meşhur bir kebapçı olan BOZBAŞ kebapcısını aradık geç vakit olduğu için bulamadık. Sonunda ilk bulduğumuz lokantaya girip yemeklerimizi yedik. Yemekten sonrada otele döndük.
22 Temmuz 2010 sabahı saat 08:00
Can dostlarım tarafından önemsenmek ve yaptığım işi takdir edenlerin desteğinin yüreğime vermiş olduğu huzurla uyandım sabaha.
Perdeyi aralayıp camdan dışarı baktığımda penceremin yanı başında ördek yavrularının küçücük gölette kanatlarını çırparak yüzmeye çalışmaları ve başlarındaki annelerinin yaşamış olduğu tedirginlik dikkatimi çekmişti. Bu tedirginliği onlara bakarak hissetmiştim. Bu duygu beni kendime getirmişti. Önümde dünyanın en büyük dağı durmaktaydı. Gerçi birçok kere çıkmıştım fakat şimdi durum çok farklıydı. Bir eğitmen olarak sorumluluğumda dağcı arkadaşlarım vardı. Aralarında belki bu zirveyi ilk defa görecek bile vardı.
Koruma duygusunun vermiş olduğu bu duygu beni tedirgin etmişti. Daha da titiz olmalıydım.
Artık kahvaltı zamanıydı. Bizim için önemli bir gündü. Kahvaltıdan sonra çantalarımızı minübüse yükledik. Gerekli yerlerden izin aldıktan sonra yola koyulduk. Yolun sonunda Çevirme köyüne vardık. Bundan sonraki yolumuza atlarla devam edecektik. Atlarda hazırdı. Atlarla Ağrı dağının yanardağ zamanından kalan küllerinin oluşturduğu patikadan 4 saatte vardık 3200 mt.lik kamp alanına. Çadırlarımızı kurduk. Artık Efsanenin eteklerindeydik. Bağırsak sesimizi duyabilecekti nazlı kayaları. Hemen yerleştik. Kartuş ocağında, çorba ve yumurtadan oluşan yemeğimizi pişirdik. Ayrıca yanında taze tereyağınıda unutmayalım. Yemekten sonra etrafı dolaştık. Efsanenin bizden başka yerli yabancı misafirleri ile tanıştık, sohbetler ettik. Ney üfledik.
Artık gökyüzü, efsanenin tepesindeki perdelerini çekmiş. Her yer, kendini esrarengiz buğulu bir havasına bırakmıştı. Böyle bir atmosferde çadırlarımıza girerek uyuduk.
Sabah saat 06.00’da gözlerimi sanki düşlediğim bakışların esaretinde açtım. Bu anlatılmaz duyguydu.
Efsane bakışlarla ısınmıştı yüreğim,
Üşüyordum ama hissetmiyordum.
Aç'tım ama ziyafetten kalkmış kadar toktum.
Yorulmuştum ama zindeydim.
24 Temmuz 2010 sabahı,
Bugünkü hedefimiz 4200 mt’deki kamp yeriydi. Toplandık çıktık yola. Atlar önde bizlerde arkadan onlara yetişmeye çalışıyorduk ama nafile. Yaklaşık iki buçuk saatte yeni kamp alanımıza varmıştık. Kamp alanı mahşer yeri gibi kalabalıktı sanki herkes Nuh’un gemisine binmek için yarışıyorlardı. Büyük zorlukla bir yer bulduk. Kurduk çadırlarımızı. Alanda bir şey dikkatimi çekmişti. Memleketimin efsaneler dağı Ağrı dağına ziyaretinde yabancıların çoğunlukta olması ve Ağrı’yı bizden önce keşfetmiş olmalarıydı. Her milletten insanın olduğu %80’nini ise İranlı dağcılardan oluşması. Yani bizim güzelliklerimizi bizden daha önce görmeleri ve bunlardan faydalanmaları ve kısa sürede haberdar olmaları. Çok ilginç değil mi? Daha önceki yıllarda kendimizi mi tanıtamadık yoksa mavi marmara gemisinin başına geleceklerden haberdar devişler bu tedbiri daha önceden mi almışlardı yoksa böyle bir yoğunluk mümkün değil.
Geçen yıl İsrail vatandaşlarıyla dolu olarak gördüğüm Kaçkar ve Ağrı bu yıl 15 gün arayla iki dağda da %80’i İran’lı dağcılar oluyordu. Anlamıyordum. Tabi ki gelsinler ama nedenini vatandaş olarak bilmek hakkımız olduğunu sanıyorum. Şimdi düşünmeden edemiyorum…….
Biz sporcuyuz. Amacımız; Dağlara gönül vermişiz. Yüreğimizdeki sevdayı zirvelere taşımak, yıldızlarla el sıkıştırmak sofrasında bir parça ekmek, bir yudum suyla dostluğu paylaşmak. Soluduğumuz havasıyla sağlıklı kalmaktır. Toprağının, dağının her karesini sahiplenmektir vatanımızın.
Bütün bunları yaparken de olanı biteni göz ardı edemeyiz..Etrafa atılan çöp, doğaya zarar veren her türlü kirliliği de karşı koymasını biliriz aldığımız terbiye ve eğitiminde gereği budur. Bunu söyler ve de yaparız.
4200 Kampında yemek vakti gelmişti yemeklerimizi yedik. Su ihtiyacımızı da giderdikten sonra çevremizdekilerle sohbetler ettik. Ney dinletilerimizde sohbete eşlik etti. Hava kararmak üzereydi ki bir gök gürültüsüyle ve arkasından şimşek çakması ile birden bire irkildik. Etrafı sis kaplamıştı. Yan Çadırımızı bile görmüyorduk. Yaz ortasında kar yağıyordu. Hava en az 10 derece birden soğumuştu. Gökana yine bütün ihtişamıyla bütün hünerlerini sergiliyordu birer birer. Bir taraftan görülmeye değer güzel bir manzara, diğer taraftan ürkütüyordu. Sanki gökananın bir katmanındaydık. Bir anda etraf sessizliğe büründü. Çadır komşumuz RİZE DOKADAK kulübü başkanı gazeteci yazar Sabri ASLIŞEN, can dostum çadır arkadaşım Bayram BERBER ve ben bu dolu havaların büyüsüne alışık insanlardık. O yüzden bu bize normal geliyordu. Bizim tek isteğimiz ertesi gün havanın açması ve bizimde zirve yolculuğumuzu başlatmamızdı.
Bizler kuzeyin çocuklarıydık. Zirvelerdi bizim hedefimiz. Kar, fırtına ve sis bunlar bizim zirve faaliyetimizi aksatabilirdi. Bu da bizleri çok üzerdi. Çünkü amacımız belliydi. Bu yüzdendir ki dua ediyorduk ki hava açsın.
Uyuma modunda havanın açmasını bekledik. İlk sinyal 3200 kamp yerlerinden gelen çoban köpeklerinin sesleriydi. Saat 01.00 di. Bayram çok heyecanlıydı. Bana dediği şuydu bugün hava açmazsa bir gün bekler, ertesi gün çıkarız. Bu da bu işe ne kadar gönül verdiğinin göstergesiydi. Kararlıydı. Gözünü gökyüzünden ayırmıyordu. Bu da normaldi ilk defa efsanenin (Ağrı dağı) zirvesine konuk olacaktı.
Havaya bakmasını söyledim. Tahmin ettiğim gibi gökyüzü yıldızlarla doluydu. Bu da demektir ki yarın hava açık olacak.
Büyük bir heyecanla kalktık. Termoslarımıza hazırlamış olduğumuz sıcak sularımızdan birer sallama çay yaptık. Zeytin, bal gibi mübareklerle kahvaltımızı yaptık. Arkasından akşamdan hazırlamış olduğumuz teknik malzemelimizi, kramponlarımızı ve kaskımızı yüklendik. Saat 01.50 de çıktık efsanenin zirvesine yolculuğa.
İlk başta yorucu geldi bana nefes nefese kaldım.Oysa Kaçkarlardan yeni inmiştim. Neden böyle oldum bilmiyorum. Arka arkaya telefonuma gelen mesajları okumadan tahmin etmeye çalışıyordum. Ama bu sesleri duymak bile bu saatte bana huzur ve mutluluk veriyordu. Hangi saatte olursa olsun önemsenmek güzel bir duyguydu. Banada bu duyguyu dostlarım yaşatıyordu. Onlara çok çok teşekkür ediyorum. İnsan dostları ve arkadaşlarıyla vardı.
Bayram önden yürüyordu arkadan ağır adımlarla ona yetiştim. Buzul platosunun hemen dibindeydik. Krampon takma zamanı gelmişti. Sıcak sularımızdan bir yudum aldıktan sonra kramponlarımızı taktık ve buzuldaki yolculuğumuz başladı. Ağır adımlarla sohbet tadında birbirimizi motive ederek yola devam ettik. Gün doğmuştu. Sisten zirve gözükmüyordu. 4 saat 10 dakika süren yolculuktan sonra saat 07.00 de efsanenin zirvesindeydik. Nihayet yeniden doğduğumuz yerde nefes almaktaydık. Flamalarımızı çıkarıp fotoğraflar çektirdik. Asıl sürpriz zirve anı defteri idi benim için. Deftere o anki duygularımı döktüm dilimin döndüğünce. Oysa şunları yazmak isterdim, yüreğime ve ayaklarıma yön veren, içimi ısıtırken, yolumu aydınlatan, içimde sen olduğun sürece ben zirvelerin adamıyım, beni zirvelerin adamı yapan kara sevdama diye başlayarak yazmak. 40 dakika zirvede kaldık. Etraf bayram yeri gibiydi. Birbirlerine sarılıp gözyaşı dökenler, şampanya patlatanlar ve sevinç çığlıkları atanlarmı dersin.
Çok yakın arkadaşımın zirve defterine anasına, eşine ve 3 ay sonra doğacak çocuğuna hitaben yazdığı not, ne yalan söyleyeyim beni derinden sarstı ve arkadaşımın gözlerinin nemini görmemezlikten geldim çünkü buna dayanamazdım.
Bir kere daha iyi anladım ki bu dünyada kötü insan yok kötü yönlendirme var.
Ağrı,
Yeniden doğuşun olduğu yer,
Kayaları yanık,
Volkanı sönük Ağrı.
Tüm isyanların bittiği,
Huzurun başladığı,
Sakin Ağrı.
Buzulların salkım salkım,
Kimi dertli, kimi baygın.
Ağrı, efsanenin başkenti Ağrı,
Gün doğarken,
Doğubeyazıt'a meydan okuyan Ağrı
Gölgesiyle Beyazıt’ı tutan Ağrı,
Çok büyüksün.
Ama bende büyüğüm,
Sevdan içimdeyken.
Sen dayanamadın buzullara terk ettin,
Söndürdün isyanını.
Bitirdin derdini teslim ettin ruhunu
Oysa, benim kendimle hesaplaşmam yeni başladı
Benim sevdamın ateşi alev alev.
Ne söndürecek buzulum,
Ne de suyum,
Nede senden vazgeçecek yüreğim.
Bir kere sevda ateşini koydun mu yüreğine,
Ebediyen yakmalısın alev alev.
Böyledir gazi babamdan öğrendiğim
İki saatte indik zirveden 4200 kampına çadırlarımız topladık. Yükledik atlara 3200 de soluklanmak için hareket başladı. Yolculuk keyifliydi. Ne zaman ulaştık 3200 e anlayamadık. Yorgunluk bu işin kötü tarafı idi.
Otlak yerlerinde kurulan oba çadırlarının yanına geldiğimizde etrafımızı dünyadan habersiz çocuklar sarıvermişti. Onların derdi ne yemek, ne giyinmek, ne bilgisayar, ne de kontör. Onların tek derdi yollarını aydınlatacak olan okumak.
İnsanı insan yüceltir. Birimizin özverisini diğerimiz anlatmalı ki örnek olsun başkalarına.
Çadırlar arasındayken Sabri ASLIŞEN arkadaşımın yanına bir kız çocuğu gelir. Ben ve Bayram şaşkınlıkla onlara bakmaktayız bir kız çocuğu Sabri amcam diye sarılıverdi. 150 cm yüksekliğindeki üstünde keçeden ibaret kıyafetiyle, taş yığını otağdan çıkan birkaç çocuk sesi daha duyulur. Onlarda Sabri amca diye koşuverdiler. Şaşkınlığımız devam etmekteydi. Hemen bunlar bu dağ başında seni nereden tanıyorlar diye sordum. Önümüzdeki çadıra beraber girdik. Çadırın sahipleri olan amca ve teyze geldi. Öncelikle bize buz gibi bir ayran ikram etti. Bu çok iyi gelmişti. Biraz soluklandıktan sonra işin özünü öğrenmiş olduk.
İşin özü; Sabri kardeşim, tek derdi okumak olan minik kızı ilköğretimden sonra liseye kaydettirmiş. Bir yıl boyunca tüm masraflarını üstlenmişti. Önce buna inanmak istemedim ama gerçek buydu.
Yol boyunca rastladığım çocukların özelliklede kız çocukların tek derdi okumaktı. Çünkü başka çıkış yolları yoktu. Sadece okumaktı .
Boy boy afişler görüyoruz okumayan kızımız kalmasın diye. Bunlar sözlerinde ne kadar samimiler orası meçhul.
Maalesef ki okumayan çok kızımız ve çocuklarımız var. Buna Rize Yağlıtaş Mahallesi'de dahil. İlkokula dahi gitmeyen kızlarımız var. Bu da acı bir gerçek.
Bir tanesine, Ağrı’da taktığım ve sonrasında bana destek ve sevgi dolu duygularını tırmanış sürecinde benden esirgemeyen can dostuma hediye etmeyi düşündüğümü, dayanamayıp onu da verdim.
Sevgi dolu gözlerle arkamızdan bakmaları her şeye değerdi.
11 saat yürüyüş sona erdi araçla Doğubeyazit’a geldik. Güzel bir yemek ardından tabi ki geldiğimizde yiyemediğimiz bozbaş yemeğinin tadına baktık. Arkasında pastane de dondurmalı kadayıf ve akşam sekiz gibi uykuya saldık ruhumuzu.
Ertesi sabah 06.00 da uyandım . Aynı heyecan devam ediyordu ruhumda. Bu heyecan, yorgunluktan eser bırakmamıştı bedenimde.
Kahvaltıdan sonra bir sürü güzel anılarımızı geçmişimize kaydederek Erzurum’a vardık. Göğüs hastanesinde doktor dostumuza uğradık. Erzurum’un meşhur cağ kebabı ve dolma kadayıfını yedik. Erzurum’dan çıkıp İspir’e doğru yol aldık. 2644 rakımlı geçit olan Ovit karayolundan Rize sınırlarına girdiğimiz anda yeşilin kokusu burnuma gelmeye başlamış, havası ruhuma esmişti. Gürül gürül akan dereleri, vadi boyu çektiğimiz resimlerle sabitledik. İkizdere ilçesine vardık. Artık Rize’deydik. Benim güzel ilçem, güzel vadim, güzel köyüm Meles’e selam verebildim ancak. Bu bile beni mutlu etmeye yetmişti.
Dereköy’e yaklaştık, büyük dedem Ömer ustanın eseri olan asmataş köprüsünün taşlarına dokundum. Dedemin çekiç darbelerini okşarken üzerinde geçen çift kabinli otomobili yadırgadım. Yüreğimdeki sevdamla yeni zirvelere yol almak üzere Rize’ye vardık.
Topraktan geldik,
Dağlara sevdalandık,
Her şeyi sineye çeken doğaya sığındık.
Dağcıdır adımız,
Sevdamız, rotamız belli,
Nafakamızla düştük yola.
Doğa dostlarına saygılarımla.