Sabaha karşı uyandım.
Balkondaki hercaimenekşelerinin, küçük saksılarındaki beyaz açelyaların, çıtır güllerin üzerinde simli pırıltılar bırakan gümüşlü bir aydınlık geniş pencerelerden parkelere yayılıyordu.
Balkon kapısını açtım.
Serindi.
İri bir mehtap geceleyin hükümranlığını ilan etmiş, gündüzleri efendisi olan dünyayı gecenin karanlığı içinde ışıklarıyla kucaklamıştı.
Deniz safi ışıktı, mehtabın kendisini seyrettiği büyük bir ayna gibi kıpırtısız duruyordu.
Martılar gevezelik ediyorlar, birbirlerine benim anlayamadığım bir şeyler anlatıp duruyorlardı.
Birden, kızıllaşmış yapraklarını hâlâ dökmemiş ağaçların arasından bir bülbül şakımaya başladı.
Kış vakti bir bülbül sesi.
O hiç beklenmeyen bülbül sesi, gümüşlü geceyi kapıları aniden açılan sihirli bir âleme döndürdü.
Açılan kapıdan geçtim.
Binlerce yıldır tekrarlanan bir mucizenin içinde bir hiçliğe kavuştum.
Bir hiç olduğunu hissetmekteki huzur, bunu unuttuğun zamanlardaki aldanmayı yüzüne vuruyor, o aldanışın beyhudeliğini anlatıyordu.
Tabiat cömertti, cömertliğiyle kudretli, kudretiyle sınırsızdı.
Biz o kudretin içinde kaybolmaya mahkûm hiçlerdik.
Tabiatın sınırsızlığını kavrayamadığımızdan olsa gerek, kendi hiçliğimizi “sınırlar” koyarak bir kudrete çevirebileceğimizi sanıyorduk.