Almanya’da yabancı, Türkiye’de Alamancı!Aradan geçmiş 24 yıl... Almanya’ya gittiğimde, yıl 1987 idi... O yıllarda “Türkiye gazetesi”nde çalışıyordum... “Almanya Bürosu” yeni açılmıştı... Almanya’ya gidecek, oradaki gençleri “haber yazma” ve “mizanpaj” konularında eğitecektim...
“3 aylığına” gitmiştim...
Ama İstanbul’da işler sarpa sarınca, “bir ay sonra” geri çağrıldım.
Giderken demişlerdi ki;
“Git, eğer hoşuna giderse, aileni de götürür ve temsilcimiz olarak devam edersin!..”
Bu teklifi “eşime” açtığımda, “Katiyyen olmaz” dedi;
“Ben Almanya’ya filân gitmem.”
Sebebini sorunca, dedi ki;
“Almanya’ya gidip, orada ikinci sınıf vatandaş olacağım... Türkiye’ye gelince, Alamancı diyecekler, yine ikinci sınıf vatandaş muamelesi göreceğim... Soğan kırar yerim, yine de bu aşağılanmayı yaşamam!”
Eşim, nisbeten haklıydı.
Çünkü Almanya’daki Türkler, orada gerçekten de “kara saçlılar” diye dışlanıyorlar, “en ağır işlerde” çalıştırılıyorlar, Türkiye’ye geldiklerinde de, “Alamancı” denilerek horlanıyorlardı.
İLK GİDİŞİN 50. YILI
31 Ekim 1961’de başlayan bu süreç, aradan geçen “50 yıl”da, herhangi bir değişime uğramadı... Türkler, Almanya’da da “yabancı” görüldü, Türkiye’de de!..
Bunda, “Almanlar” kadar, “gurbetçiler”in tavırları da etkili oldu... Almanya’da bulunduğum günlerde, “65 yaşındaki bir Alman kadın” şöyle demişti;
“Eğer sonradan gelen Türkler de, ilk gelen Türkler gibi olsaydı, bugün Almanya belki de Müslüman olmuştu...
İlk gelen Türkler belki cahildi, belki yol bilmez, iz bilmezdi ama Osmanlı idiler, son derece dürüsttüler.
Sonradan gelen Türkler ise; ne özlerini koruyabildiler, ne Almanya’ya ayak uydurabildiler!..
İki arada, bir derede kaldılar ki, uyum sorunu yaşamaya başladılar.”
Yaşlı Alman kadın, belki de haklıydı...
Ama, Almanya’nın da; oraya gelenlere, “insan” değil, “işçi” gözüyle baktığı gerçeğini unutmamak gerek.
Malûm, “İşgücü Anlaşması”nın imzalandığı 1961 yılında, Almanya’daki Türk işçi sayısı sadece 5 bin 193 idi...
Ki, onlar da; “tepeden tırnağa kontrol edilerek” kabul edilmişlerdi.
Yani, “aşağılama” o gün başlamıştı.
1973’te bu sayı “910 bin”e çıktı...
Bugün ise “3 milyon” civarında...
Oraya, “misafir işçi” olarak gitmişlerdi, bugün ise “kalıcı” hâle geldiler ve “toplumun aslî unsuru” oldular.
Yalnız, “uyum sorunu” yaşadıkları bir gerçek... Alman Hükümeti’nin “entegrasyon” dediği, oradaki Türklerin ise “asimilasyon” olarak algıladığı politikaya, büyük bir direniş var.
Almanlar “entegrasyon” diyor,
Türkler ise “asimilasyon!”
Acaba, hangisi doğru...
ASİMİLASYON VAR MI?
Bunun cevabını, 21 yıldır Almanya’da yaşayan İlhan Bilgü’den alacağız.
Tahmin ettiğiniz gibi;
Yazarımız Mehmet Koçak’ın, gazeteci İlhan Bilgü ile yaptığı “sohbet”in, bugün ikinci bölümünü aktaracağım.
Mehmet Koçak, sormuş İlhan Bilgü’ye;
“Entegrasyon ve uyum konusunda Alman siyasiler ve yerli Alman halkı Türk ve çeşitli milliyetlere mensup yabancıları ‘yeterli ilgiyi göstermiyorlar. İslam kültürü entegrasyonu engelliyor’ suçlamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?.. 50 yıl geçmiş olmasına rağmen entegrasyon sorunu neden aşılamıyor?.. Ülkedeki Müslümanların; ‘Almanlar entegrasyon adı altında asimile etmeyi hedefliyorlar’ şeklindeki yakınmaları ne derece doğrudur?..”
İlhan Bilgü, son derece doyurucu bir cevap vermiş Mehmet Koçak’a;
“Problem, biraz da ‘entegrasyon’ ya da ‘uyum’ dediğimiz şeyden ne anlamadığımızdan kaynaklanıyor. Fakat, entegrasyon denilince, öncelikle Müslümanların gündeme gelmesi, konunun bir ‘kültürel asimilasyon’ konusu olduğu yönündeki suçlamaları destekliyor. Hükümetler çeşitli hukukî altyapı hazırlıyorlar. Hazırlanan bu hukukî altyapılar da, problemi çözmekten çok, problemi bir başka yönden derinleştirmeye yönelik görünüyor.
Göçmenlerin, özellikle Müslüman olanlarının ekseriyeti, entegrasyon ile, kendilerine başka bir hayat tarzının dayatıldığı inancındalar. Bu inancı destekleyen pek çok uygulamaya da rastlamak mümkün. Hatta hukukî altyapılar incelendiğinde, entegrasyondan amaçlanan hedefin, Müslümanların, Müslüman kimliği ve kimliğe göre bir hayat tarzı düzenlemelerinin önüne geçilmek istendiği görülüyor.
Halbuki, temelde Avrupa anayasaları, özgürlükçü demokratik temel düzenin altyapısının, farklı kültür ve dinlere mensup kişilerin bu kültür ve dinlere göre farklı bir hayat tarzı sürdürebilmelerini de garanti ediyor. Bu gerçeğe rağmen, bu en önemli problem, zehirlenmiş günlük siyasal havanın da desteği ile değerlendirilmeden geçiliyor.
50 yıldır neden çözülemediği sorusu aslında yanlış.
Başta da söylediğimiz gibi, işi kültürel asimilasyona getirirseniz bu iş çözülmez. Müslümanlar için eşit hukukî muamele ve özellikle eğitim ve iş alanında ayrımcı uygulamalardan vaz geçilmesi temel esasdır.
Entegre olmamakla suçlanan pek çok Müslümanın özelliğine sahip binlerce ‘biyolojik’ Alman’ın da sahip olduğunu görüyoruz. Asosyalleşme eğilimi, işten kaçmak gibi. Ama ‘biyolojik’ Almanların bu anlamda entegrasyonu gündeme gelmiyor.
PISA Eğitim araştırmaları aslında ‘biyolojik’ Almanların içinde de bizim ‘eğitim kaçkını’ diyebileceğimiz kimselerin oranını ortaya koymak bakımından önemli ipuçları veriyor. Okula gittiği halde, yazmayı ögrenemeyenler var.
Demek ki, mesele kültürel olarak değerlendirildiğinde, aslında toplumsal bir ortak problem olan şeyleri entegrasyon kelimesi gibi sihirli bir kelime ile saklamış oluyorsunuz.”
7 MADDELİK ÇÖZÜM TEKLİFİ
İlhan Bilgü, bu “tesbit”leri yaptıktan sonra, “entegrasyon” meselesine bakışını ve “çözüm yolu”nu şöyle dile getiriyor:
“¥ 1- Karşılıklı olarak dinî farklılıklara, hatta, millî kültürel özelliklere saygı temin edilmelidir. Entegrasyonun önemli bir unsuru olan dil öğrenimi için imkanlar artırılmalı; göçmenlerin hem yerel dilleri, hem de kendi dillerini öğrenmelerine imkan tanınmalıdır.
¥ 2- Kamu alanında, Müslümanların varlığı resmen kabul edilmeli, daha çok Müslüman, idarî mekanizmada görev alabilmelidir. Özellikle, tesettürlü Müslüman kadınlara karşı kamu alanlarında uygulanan yasaklayıcı tavırlardan vaz geçilmelidir. Kamu yayın kurumlarında Müslüman temsilciler bulunmalıdır.
¥ 3- Müslümanların helal gıda temin edebilme hakları tanınmalıdır.
¥ 4- Okul ders kitaplarındaki İslam ile ilgili ön yargılı ve aşağılayıcı ifadeler kaldırılmalı, Müslüman cemaatlere, İslamî din dersleri verme hakkı tanınmalıdır.
¥ 5- Cami inşa ve ruhsatları engellenmemelidir.
¥ 6- Toplumsal hayatta İslam, bu toplumun bir gerçeği olarak kabul görmeli, insanlar dış görünüşleri sebebiyle ayırımcılığa uğramamalıdır. Özel işyerleri dahil, Müslüman kadınların tesettürü problem oluşturmamalıdır.
¥ 7- Anaokulu, okul ve çıraklık eğitiminde, göçmen Müslümanlara bir gelecek perspektifi verilmesi için özel programlar düzenlenmeli, mevcut imkanlar, belirlenmiş bu hedef doğrultusunda daha da artırılmalıdır”.
Gördüğünüz gibi;
İlhan Bilgü, çözüm yollarını “7 başlık” altında toplamış... Bunlar yerine getirilirse; ne “entegrasyon” konuşulur, ne de “asimilasyon”dan dert yanılır.
Tabiî, bütün bunların olabilmesi için, ilk önce “yabancı düşmanlığı”nın sona ermesi gerekiyor.
Peki, gittikçe yükselen “Yabancı düşmanlığı ve İslâm karşıtlığı”nı engelleme konusunda Alman Hükümeti’nin bir girişimi var mı?..
Söz, İlhan Bilgü’de:
“Yabancı düşmanlığı Almanya’nın hukuken de en çok üzerinde durduğu bir siyasal veya toplumsal hastalık. Fakat, her ne kadar, hukukî altyapı yeterli olsa da hükümetin, yukarıda da bahsettiğim gibi; Müslümanlar söz konusu olunca, oldukça yavaş davrandığına şahit oluyoruz.
Daha bir iki ay öncesinde Bergkamen kentinde bir camimiz yakıldı. Belediye Başkanı bir geçmiş olsun ziyaretinde bulunmadı diye, Müslümanlar başta olmak üzere toplumda tepki gördü. Ama verdiği cevap çok ilginçti: ‘Her gün bir sürü çöp tenekesi yakılıyor. Her yanan çöp tenekesini ziyarete gidemem ya’ şeklinde.
Ne olursa olsun, hükümetin yabancı ya da İslam düşmanlığını desteklediğini söylemek doğru olmaz. Söylemek istediğim şey, Müslümanları teselli edecek kadar kararlı adımlar atılamaması.”
DÖNÜŞLER NİYE ARTTI?
Mehmet Koçak, İlhan Bilgü ile sohbetini, bir “son soru” ile noktalamış.
İşte soru ve aldığı cevap:
“Son yıllarda Almanya’daki gurbetçilerin Türkiye’ye kesin dönüşlerinde bir çoğalma dikkati çekiyor... Bu dönüş Almanya’daki dini, sosyal ve kültürel alanda giderek artan ‘mahalle baskısı’ ndan mı, yoksa Türkiye’deki ekonomik iyileşmenin mi etkisi var?..”
“Mahalle baskısı, elbette var... Ama ağırlığı o kadar da değil. Türk toplumu ile Alman toplumu arasında, Almanların Hass-und-Liebe dedikleri, bir türlü nefret-aşk ilişkisi oluşmuş durumda. Aslında bu iyi bir gelişme. Yani, bunu karşılıklı iletişim için bir fırsat bilmek lazım. Sen de buralarda uzun yıllar yaşadın. Şimdi döndün. Ama, Köln’e geldiğinde kendini bir yabancı gibi hissettiğini sanmıyorum. Onun için sorunun ikinci bölümü, Türkiye’ye dönüşler için önemli bir gerekçe.
Vasıflı, eğitimli kariyer sahipleri için, emeği ile çalışanlar ya da orta ve küçük ölçekte işyeri açmak isteyenler için Türkiye şu anda cazip geliyor. Bu anlamda Almanya’da toplumsal refah, zengin olanların lehine işliyor. Büyük bankalar ve şirketler devletten milyarlarca Euro yardım alabiliyorlar iken, dar ve düşük gelirlilerin sosyal haklarına kısıtlamalar getiriliyor.
Hayat her geçen gün daha da pahalılaşıyor. Türkiye’deki olumlu gelişmeler de, dönüşleri etkiliyor tabii.”
YAZI YERİNE HABER
Evet, “İlhan Bilgü’nün gözlemleri” ile Almanya’daki durum bu...
Sizler bu satırları okuduğunuzda; ben bir grup meslektaşımla birlikte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Almanya temasları”nı takip ediyor olacağım...
Sanıyorum bugün “50. yıl yemeği”ne katılacak Başbakan ve orada bir konuşma yapacak, “dert”leri dinleyecek...
Oradan da, “G-20 zirvesi” için Fransa’nın Cannes şehrine geçeceğiz...
Eğer bir aksilik olmazsa, inşaallah Cuma günü Türkiye’ye döneceğiz.
Bu bir-iki gün zarfında “yazı” yok... Ama, inşaallah “haber” geçmeye çalışacağım.
Dönüşte de “gözlem”lerimi anlatırım.
Şimdilik, Allah’a emanet olun!..
Müflis tüccar gibi!
“İflas etmiş tüccar”lar, kıyıda-köşede ne kadar “eski defter” varsa karıştırırlarmış ya... Hani, belki bir yerlerde bir “borçlu” bulurlar da, yakasına yapışmak için, büyük bir heyecanla deftere bakarlarmış ya, galiba Kemal Kılıçdaroğlu da “iflas” etti ki, o da habire “eski defter”leri karıştırıyor.
Geçenlerde bir “mektup” yazıp, “özel kurye” ile göndermiş Başbakan Tayyip Erdoğan’a... “Sayın Başbakan” demiş; “Kayseri Belediyesi’ndeki rüşvet trafiğini çok somut olarak ortaya koyan o defteri; siz rafa kaldırıp, üstünü örtün diye göndermedim!”
Dedim ya; Bay Kılıçdaroğlu’nun “müflis tüccar”lardan bir farkı yok!..
“Yeni CHP” diyor ama, “yeni iddialar” bulmak yerine, sürekli “eski defter”leri karıştırıyor!..
Bir gün “Deniz Feneri” diyor, ertesi gün “Kayseri Belediyesi!”
Sonra da, bu “saçmalık”larla Başbakan’ın ilgilenmediğinden şikâyet ediyor... Oysa, “2 katlı market”i, nasıl olup da “9 katlı” gösterdiğini bir izah etse, samimi söylüyorum, ben de yanında yer alacağım...
Ama birader; “ilk düğme”si yanlış iliklenen bir gömleğin yakası düzgün olmaz ki!..
Malûm, Hayati Yazıcı ile ilgili iddiaları da “fos” çıkmıştı...
Ama, “özür” dilemek yerine, o dosyayı da rafa kaldırmıştı!..
Demem o ki, Bay Kılıçdaroğlu; “Zehir Hafiye”likten bir an önce vazgeçip, “genel başkanlık” görevine dönmelidir. Haa, “Mâli Polis Şefi” olmak gibi bir derdi varsa, onu da açık söylemelidir!..