Hadîs-i şeriflere hatta ulemânın beyanlarına çok itibar etmek ve bu konuda ihtiyatlı olmak lazımdır. İtikad ve fıkıh
konularının dışında zayıf hadisle amel edilebileceği konusu hadis usulüne dair yazılan tüm eserlerde mevcuttur.
Bir hadis zayıf da olsa o konuda ihtiyatlı davranmak lazım. Safer kitabımda kaynaklarını bulabileceğiniz rivayetlerde, bir hadis âliminin, varid olan nehye rağmen Çarşamba günü tırnak kestiği için baras yani alaca hastalığına yakalandığı, bir diğer hadisçinin Çarşamba günü kan aldırdığı ve kanı durmayarak az kalsın öleceği zikrediliyor. Bu âlimler büyük zatlar, ikisi de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i görüp manen imdat dileniyorlar.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onlara niçin bu konudaki nehyedici hadislere uymadıklarını sorduğunda “Biz bu hadislerin senetlerini zayıf bulduk, onun için amel etmedik” diye cevap veriyorlar. O zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Benim bu konudaki nehyimi duyman, senin neyine yetmedi?!” buyuruyor diğerine ise: “Sana benden ulaşan bir rivayet hakkında ihtiyatlı davranmak gerekmez miydi?!” buyuruyor.
Bütün bunlar mûteber müelliflerin kıymetli eserlerinde, zannedersem “Keşfü’l-hafâ”nın bidayetinde, “Râmûz Şerhi”nde ve “el-İthâf” gibi eserlerde mezkûr hakikatlerden birkaçıdır.
Geçtiğimiz yıllarda bir kişinin balıkla peynir yediği sonra da zehirlenerek öldüğü haberlere konu edilmişti.
Halbuki bir rivayete göre: “Süt içerken balık yeme” buyruluyor. Efendi Hazretleri bunu hadis olarak rivayet ederdi, süt, peynir, tereyağı ve yoğurt gibi tüm sütlü mamulleri de buna dahil sayar, bu iki yiyecek arasında en az iki saat geçmesini beklemeyi emrederdi. Halbuki bu rivayet Molla Cami gibi nahiv kitaplarında maiyet vâvına misal olarak zikrediliyor, hadis olarak geçmiyor, ancak tıp ve hikmet kitaplarında yer alıyor ama Efendi Hazretleri hadis diyorsa biz de öyle deriz, o bizim bilmediğimiz neler bilir neler?!
Ama meseleye bak! Adam öldü şimdi ne yapacağız, “Hadis zayıf” yahut “Bu rivayet uydurma, niye öldü, ölmemeliydi” mi diyeceğiz?! Mustafa Hoca’nın dediği gibi hadis olmasa bile biz büyüklerin sözlerini de hadis gibi kabul etmeli değil miyiz?!
Size bir bilgi daha aktarayım. İmâm-ı Safûrî, “Nüzhetü’l-mecâlis” isimli eserinde hadis olarak: “Peynir de derttir, ceviz de derttir, birleşirlerse deva olurlar” (Safûrî, Nüzhetü’l-mecâlis, 1/120) rivayetini zikrettikten sonra özellikle eski peynirlerin çok zararlı olduğunu ancak cevizle birlikte yenilirse bu zararın ortadan kalkacağını belirtiyor. Ben bunu denedim, gerçekten cevizi de tek yesem midem rahatsız oluyor, peyniri de tek yesem aynı. Hele eski kaşarda bu durum çok daha zahir oluyor.
Şimdi bir insan bu rivayeti göz önünde bulundurarak yaşasa ne zarar eder?! Elbette dünyalık olarak rahat eder. Hadis olmasa bile 700 senelik bir eserde takva sahibi bir âlimin, hatta Allâme Safûrî diye meşhur olan bir zatın nakline itibar etsek kötü mü olur?!
NASUH TEVBE NEDiR?
Yüce Mevlâmız bizlere tevbe etmemizi emrederken şöyle buyurdu: “Ey iman edenler! Allâh’a nasuh tevbe ile tevbe ediniz.” (Tahrim Sûresi:8) Görüyoruz ki Yüce Rabbimiz tevbenin “Nasuh” olmasını belirtiyor. Peki, “Nasuh Tevbe” ne anlama geliyor? Aynı soruyu Muâz ibni Cebel (Radıyallâhu Anh) Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e sorduğunda Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şu tarifi yaptılar: “İşlenilen günaha öyle pişmanlık duymak ve Allâh’tan öyle özür dilemek, sonra da o hatadan öyle dönmektir ki sütün çıktığı memeye dönmediği gibi.”
TEVBEN BİLE TEVBEYE MUHTAÇ
Fahrurrazi Hazretleri’nin nakline göre; bir bedevî Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mescidine girdi ve: “Allâhım! Ben, Senden affımı istiyor ve Sana tevbe edip, sığınıyorum” dedi ve tekbir aldı. Namazını bitirince, duasını işitmiş olan Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ona hitaben: “Ey adam! Dilinin yaptığı tevbe, yalancıların tevbesidir. Senin tevben bile, ayrıca bir tevbeye muhtaç” dedi. Bunun üzerine o bedevî: “Ey mü’minlerin emîri! Peki tevbe nedir, nasıl yapılır?” diye sordu. Hazreti Ali Efendimiz (Radıyallâhu Anh) ise: “Şu altı şey ile; geçmiş günahlara pişman olmak, yapılmayan farzları kazâ etmek, haksız yere alınan şeyleri iâde etmek, nefsi Allâh’a isyan hususunda terbiye ettiğin gibi itaatte de eritmek, nefse günah lezzetini tattırdığın gibi itaatin acılarını da tattırmak ve her gülüşe bedel ağlamaktır” buyurdular.
29 HARFiN BULUNDUĞU 2 AYET
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tamamında bulunan 29 harf sadece iki âyet-i kerîmede toplu halde mevcuttur, bunlardan biri:
Âl-i Imrân Sûresi’nin 154. âyet-i kerîmesi ile Fetih Sûresi’nin sonunda bulunan 29. âyet-i kerimesidir. Bu iki âyet-i kerîmede yarım sayfa kadardır. Her kim bu iki âyet-i kerîmeyi okur da peşine ne dua ederse Allâh-u Teâlâ’nın bütün âyetleriyle, bütün dualarıyla ve bütün isimleriyle dua etmiş gibi olacağından yani bütün bunları teşkil eden tüm harfleri okuduğundan duası mutlaka kabul olunur.
ALLAH İSRAFÇILARI SEVMEZ
Allâh-u Teâlâ: “Yeyin için israf etmeyin, şüphesiz O, israfçıları sevmez” (Arâf Sûresi:31’den) buyuruyor.
Bu iş başımıza büyük bela açabilir. Lokman-ı Hakîm mana âleminde görülüp kendisine “Âhir zamanda çıkan bunca hastalığın sebebi nedir?” diye sorulduğunda “Bütün illetlerin sebebi yemek artıklarının kanalizasyonlara karışmasından oluyor” buyurdu. Bunu Efendi Hazretleri’nden defaatle dinledim. Peki ya bunca ekmeğin çöpe atılması ne belalara sebebiyet verir hatta vermektedir.
ŞEYTAN MUSALLAT OLUR
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ekmeğe değer verin, Allâh göklerin yerin tüm bereketlerini ona amade kıldı” buyuruyor. Bunu “ed-Dürrü’l-Mensûr Tefsîri”nde görmüştüm. Göklerin yerlerin bereketleri kendisine hizmetçi kılınan ekmeğe hürmetsizlik edenin rızkında bereket kalır mı?! Bu israf nedir?! Dünyanın birçok yerinde millet bir lokma ekmek bulamadığı için açlıktan ölürken bizim bu müsrifliğimiz affolur mu?! Ne olur, yiyeceğimizden fazla almayalım, aldığımızı yemeye çalışalım, tazeyken yiyemezsek bayatlasa da yiyelim, bayat daha sağlıklı olur, yenmeyecek duruma gelse de buharda yumuşatılıp yeniyor yahut yumurtaya bulanıp kızartılıyor; zaten kızartma tazesine uymuyor, bayatına daha uygun oluyor. O da olmadı, hayvanları olanlara verilir, kuşlara ulaştırılır ama asla atılmaz. Bu israfın cezası olarak şeytanın musallat olması kaçınılmaz olur. Nitekim Rabbimizin: “İsraf etmeyin, müsrifler şeytanların kardeşleri olmuşlardır, şeytan ise Rabbine karşı pek büyük nankör olmuştur” (İsrâ Sûresi:26 ve 27’den) âyet-i kerîmesi bu hususu ne kadar açık seçik ortaya koymaktadır. Bu konuda hassas davranmanızı tavsiye ediyorum.
HiMMETLE
Cüneyd-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) her Cuma câmiye çok erken gider, fakat her seferinde hâtiften kendisine: “Ey Cüneyd! Seni geçen oldu” diye nida gelirdi. Her defasında bunu duyunca “Bâri bir cuma sabah namazından sonra câmiden çıkmayayım da bakalım kim beni geçecekmiş?” diye düşündü ve bunu yaptı. Fakat yine aynı nidâyı duyunca “Yâ Rabbi! Ne olur beni kimin geçtiğini bana bildir” diye dua etti. O zaman mihrabın köşesinden: “Seni geçen, câmiden en son çıkacak olan kimsedir” denildi. Bunun üzerine bekledi, bekledi ve en sona bir ihtiyarın kaldığını görünce ona sarıldı ve: “Ey Şeyh! Cumaya ne zaman geldin?” diye sordu. O zat “Öğlene yakın” deyince Cüneyd (Kuddise Sirruhû) şaşıp kalarak: “Bana, senin beni geçtiğin bildirildi. Sen ne yapıyorsun da bu makamı kazanıyorsun?” diye sordu.
KIDEMLE DEĞiL NİYETİN BAŞLANGICI
O zat: “Ben her Cuma câmiden çıkarken ‘Bir dahaki cumaya kadar yaşarsam mutlaka câmiye gideceğim’ diye niyet ediyorum” diye cevap verince Âriflerin Sultanı Cüneyd (Kuddise Sirruhû) sebkatin kıdemle değil himmetle yani ileri geçmenin öncelik sırasıyla değil de niyet ve azimle olduğunu anladı.
Onun için Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) Mesnevî’de:“Fikrin (ve niyetin) başlangıcı bile amelin sonu olmuştur,Hele bir de o fikir, ezelî olmakla sıfatlanmışsa” buyuruyor. (Mesnevî, 4/530)