Hicret, sadece İslâm takviminin başlangıcı değildir. Hicret, esas itibariyle, Müslümanca duruş, bakış, duyuş, düşünüş ve yaşayış yolculuğudur. Direnişin, dirilişin ve yenilenişin hem miladı hem de adıdır.
Milat, başlangıç demek; doğum demek...
Hicret, Müslüman zamanının başlangıcıdır ama Müslüman zaman idrakinin çağları aşan, Müslümanı her dem diri tutan, yenileyen hayat ve ruh ikliminin şifrelerini sunan bir yol haritasıdır.
O yüzden, doğum, bir yerde, insanı hakikatle buluşturan bir kıvılcım çakmıyorsa, bir umut ateşi yakmıyorsa, bir ufuk açmıyorsa, bu doğum, diriliş ve varoluş tohumları eken bir doğum değildir; ölü doğumdur.
Ve oradan diriltici Hicret’e, Hicret ruhuna hicret etmek vakti gelmiş demektir...
HİCRET’LE GELEN: HAKİKAT MEDENİYETİNİN DOĞUM MÜJDESİ...
Bir diriliş çocuğu’dur hicret; özenle bakılan, sevgiyle büyütülen, muhabbetle yetiştirilen, aşkla, şevkle ve zevkle yeşertilen bir “peygamber çiçeği”.
Mekke’den Medine’ye gerçekleştirilen sarsılmaz bir direniş, diriliş ve varoluş yolculuğu...
Tohumları Mekke’de müminlerin ruhlarına ekilen, som altından üretilen soylu bir aşk ateşi, sönmez bir ışık...
Allah’a ve Rasûlü’ne yapılan eşsiz, benzersiz, bitimsiz, doyumsuz yolculukla hakikat meşalesinin aşkla tutuşturulması...
İnsanı meleksileştiren, kanatlandıran; şirkten, zulümden, küfürden / hakikatin üstünü örten perdelerden kurtaran; tevhidle / hakikatle, nurla / aydınlıkla buluşturan; Mekke’de kendilerine getirerek kendilerinden geçirdiği müminleri Medine’de, kendilerinden geçirerek kendilerine getiren eskimez, pörsümez, sönmez bir hakikat güneşi...
Bütün insanlığa ve bütün varlığa hayat sunacak, ruh üfleyecek hakikat medeniyetinin doğum müjdesi...
DİRİLİŞ ÇİLESİ VE DERÛNÎ HAKİKAT SARAYI...
Mekke olmasaydı, Medine olabilir miydi?
Hicret, önce Mekke’de gerçekleşti: Mekke’de içe doğru bir hicret yaşandı: İnsanın iç dünyası imar edildi. Putlar yıkıldı. İç dünyanın Lât, Menat ve Uzza’larıyla savaşıldı.
İnsanın nefsiyle hesaplaşma süreci başlamıştı artık...
Kendi’yle... Ben’iyle... Boğucu dünyasıyla...
Kalbine kavuştu insan...
Hicret, bir inkılaptı içte gerçekleşen, dışa açılan ve ışık saçan...
Duran kalbi gümbür gümbür vuruyordu artık insanın: Demiri dövüyordu insan: Ateşle yüzleşmişti: Yanıyordu ateşte... Pişiyordu...
Putları birer birer deviriyordu...
Ben’ini, hırslarını, ihtiraslarını, malını, mülkünü terk ediyor; dünyanın ayartıcı, körleştirici, köleleştirici kapılarını birer birer kırıyordu...
Mülk âleminden melekût âlemine açılan engin bir koridor örüyordu. Kendine geliyor, kendini buluyor; kendinden geçiyor, hakikate eriyor ve hakikatle dost oluyordu.
Diriliyordu “çocuk”: Her türlü puta, her türlü şirke, her türlü zulme, her türlü küfre meydan okuyan bir hakikat sarayı inşa ediyordu bedeninde ve ruhunda.
Mekke’de diriliş hamlesi gerçekleşmiş, mü’min’in iç dünyasında sarsılmaz, muhkem bir hakikat sarayı inşa edilmişti.
GÖKKUBBE İNŞASI VE VAROLUŞ HAMLESİ
Bir kaşık suda boğulmak isteniyordu diriliş ruhu ve “çocuğu”... çıkarları, putları, çıkarcı ve putperest, zâlim ve haksız düzenleri sarsılma emareleri gösteren Mekkeli egemenler tarafından.
İşte Mekke’den Medine’ye hicret emri bundan sonra geldi: İnsanın iç dünyasında örülen hakikat sarayının dış dünyaya da açılması, genişletilmesi; bir gökkubbenin inşa edilmesi gerekiyordu.
Hicret, bir varoluş, yenileniş hamlesiydi: Mekke’de ekilen diriliş tohumlarının Medine’de meyveye durdurulması mücahedesi, mücadelesi ve çilesi...
MİLAT: DOĞUM ÂNI...
Dış dünyanın onarımı ve imarı, zorlu bir varoluş süreciydi: Her türlü dışa açılma, savrulmaya dönüşebilirdi.
O yüzden, dışa açılırken, imar edilen iç dünyanın ışıkları, yol fenerleri olmalıydı mü’minlerin.
O yüzden, hicret, dış dünyanın ele geçirilmesi değil, Allah’a ve Rasûlü’ne yönelerek dış dünyanın adamakıllı bir şekilde elden geçirilmesi, putlardan, şirkten, küfürden, zulümden, haksızlıklardan arındırılması yolculuğuydu.
Zorlu ve meşakkatli bir yolculuktu bu: Milat olacaktı. İnsanlığın ve varlığın kendiyle, yani hakikatle buluşma miladı, başlangıç noktası, doğum ânı.
HAKİKAT SÛRETİNE BÜRÜNEN İNSAN’DAN...
Mekke’de, hakikat, hayat bulmuştu, insanın iç dünyasında gerçekleştirdiği diriliş inkılabıyla.
Şimdi Medine kurulacak, hakikat, Hayat olacaktı.
Ve medeniyet sürecinde, herkese hayat sunacak hakikat gökkubbesinin tohumları ekilecekti...
Medine, kent değildir: Mekke’de inşa edilen hakikat sarayına yerleşen “küçük âlem”in yani insanın, “büyük insan”la yani “âlem”le buluşacağı bir hakikat şarkısı bestelediği ve sahnelediği sekînet yurdudur.
...İNSAN SÛRETİNE BÜRÜNEN HAKİKATE...
Medine, hakikat sûretine bürünen insanın ve insan sûretine bürünen hakikatin hem vasatı, hem de vasıtasıdır. Medine, Hz. Peygamber’in (sav) bizatihî kendisidir. Peygamberimiz, kendisini sadece Medine / şehir (“dünya”) olarak değil, “ilmin Medinesi” (ilmin dünyası, kaynağı, rehberi) olarak da tarif etmiştir.
O yüzden, Hicret, bir duyuş / his ve idrak inkılabının, bir düşünüş / zihin inkılabının, bir bakış / duruş inkılabının, bir varoluş / kardeşlik inkılabının, bir varkılış / medeniyet inkılabının; kısacası aşk ateşinin hakikat kıvılcımlarını çaktırdığı, bütün insanlara ve çağlara yapılan bir çağrının adı ve miladı.
Hiç bitmeyen, her dâim yenilenen, her dem yenileyen bir aşk ateşiyle öze dönüş ve hakikati aşkla meşk yolculuğu... Ne mutlu, hicretin ruhuna eren, her dâim Hicret yolculuğuna çıkan hakikatin hakikatli çocuklarına... Selâm onlara...