Düşsel beklentiler içine giriyor; sorumsuz ve karşılığı olmayan umutlar peşinde sürükleniyoruz.
Düşüncelerimizden çok, alışkanlıklarımız hayatlarımıza yön veriyor.
Her şeyi olduğu gibi kabul eden muhafazakâr gelenek, ehven-i şer yaklaşımıyla bütünleşen topluluklar oluşturuyor. Süzünü ettiğimiz yaklaşımlarla bütünleşen toplumlarda, güçlü-etkili-eleştirel bağımsız düşünürler/kadrolar yetişmiyor, yapısal bir değişim hareketi başlatılamıyor, yapısal değişim düşüncesi savunulamıyor. İslami anlamda henüz var olmayan şeyler üzerinde, bunlar gerçekmiş gibi konuşmaya tartışmaya devam ediyoruz. İslami bütünlük bilinci bağlamında kazandığımız gerçekleştirdiğimiz hiçbir şey yok, kaybettiğimiz çok şey var. Vakıf dernek, parti vb gibi örgütlenmelere önem veriyor, ancak bu örgütlerin temsil edecekleri dil/içerik/kültür üzerinde ciddiyetle çalışmıyoruz.”
Atasoy Müftüoğlu, Yeni Şafak’ta yazdı böyle şeyler.*
Bir bilinç çöküşü içinde olduğumuz, etkili ve doğru kadrolar yetiştiremediğimiz, bugünün dolayısıyla meselelerini doğru anlamadığımız ve insanın hakiki gerçekliğinden uzakta; hiç de iddia ettiğimiz değerler istikametinde olmayan bir çöküşe doğru sürükleniyoruz ona göre…
İktidarın tek başına sorumlu tutulacağı bir süreç değil bu…
Vakıflar, partiler, dernekler, cemaatler, sivil toplum kuruluşları, dergiler, mahfiller, gazeteler de sorumlu…
Zaten Atasoy Müftüoğlu onların da bu süreçteki payına değiniyor.
Sadece Türkiye’de değil, bütün İslam âleminde bir bilinç çöküşü, bir idrak kumkuması yaşandığı doğru…
Medeniyet dirilişçiliğinden, güzel ahlakı tamamlamaktan, emri bil maruf – nehyanil münker’den geldiğimiz nokta bütün olan biteni kabule yanaşan gelenekselleşen bir muhafazakârlık, bir zihin tembelliği…
Bir Oblomovculuk değil bu…
O kadar bile asil bir duruş değil. Hiçbir şey yapmıyor değil; çok şey yapıyor, yapmış gibi görünüyor; ama yaptıklarının kendi değerleriyle bir alakası yok.
Atasoy Müftüoğlu gibi vicdan muhasebesini kaybetmemiş, özeleştiri ihtiyacımızı gideren kalemlere ne kadar çok ihtiyacımız var.
Aksi takdirde histerik iyimserliğimiz güya mücadele ettiğimiz edeceğimiz şeytanla bütüncülleşmeye eriştirir bizi de farkına varamayız.
*)Yeni Şafak, 1 Şubat 2016, s.18
Kınama
Bu köşede Ahmet Hakan’a yapılan menfur saldırıyı tel’in etmiştim.
Alçakça bir saldırıydı.
Hiç de bir delikanlının yapacağı iş değildi.
Şimdi de bir Kürt sanatçı dayak yemiş.
PKK serserileri Kürt sanatçıyı dövmüşler. Kollarını, bacaklarını kırmışlar.
Akılları sıra ders vermişler.
Al birini vur birine…
Sözde özgürlük tellallığı yapan imzacı akademisyenlerin üniversitelerdeki odalarının kapılarına tehditkâr mesajlar asanların da bunlardan bir farkı yok bence…
Onlar da güya temsil ettiklerine inandıkları değerlere faydalı bir işe kalkıştıklarını sanıyorlar. Yanılıyorlar. Kendilerini de değerlerini de küçültüyorlar. Haksızlık ediyorlar.
Uyduruk akademikleri kınıyorum. Eserlerini arıyorum, yok…
Bildiri yazmak veya bir bildiriye imza koymak kadar bir bilimsel akıl işte…
Bizi kandırdınız diye şikayet eden bir sanatçıyı da eşek sudan gelinceye kadar dövmek, gazetecinin haddini bildirmeye kalkan ucuz kabadayılardan ne farkları var?
Akademisyenleri de kınıyorum.
Onları güya tehdit edenleri de…
Gazeteci dövenleri de…
Kürt sanatçıyı dövenleri de…
Çözüm Süreci Örgütü Kandırıkçı Yapmış
Mahsun Kırmızıgül’ün türkücülüğünü sevmem.
Hep aynı ses…
Bir tenekeye de vursan arada farklı sesler çıkarır.
Ama Mahsun’dan çıkan ses bütün türkülerinde aynı…
Fakat sinemacılığını takdir ederim.
Yaptığı sinemalar tuttu.
Son olaylarla ilgili açıklamalarına da bir şey demem.
Daha ilk piyasaya çıktığında da örgüte destek verdiğinden bahsedilirdi. Pek önemsemem. Nasılsa bizzat örgütün seçtiği isimler Meclis’te devlet yönetimine yönetişimine ortak durumdalar.
Ahmet Hakan’ın da hem ona, hem imza koyan akademisyenlere, hem de Can Dündar veyahut yine kendisini mağdur etmeye kalkışmış cemaat mensuplarının içerde yatanlarına sahip çıkmasını anlarım.
Hoşuma da gider.
Bağlantısız, bağımsız vicdanları koruyup kollamak insan karakterimizin yükselmesi için asgari şartlardan biridir. Bu asgari şart yerine getirilmediğinde zillete duçar olacak kavmin, ümmetin, topluluğun “ne oldu da böyle oldu” kabilinden şikâyetlenmelerine de bir hakkı olamaz elbette…
Fakat hakkı teslim ederken elbette ki başka gadre uğrayanların da dertleriyle hemdert olabilmek fazilettir.
Neden Mahsun’a sahip çıkanlar PKK serserileri tarafından dövülen Kürt şarkıcı Ciyager’e (Mehmet Karakuş) sahip çıkmazlar?
Ciyager ne demiş, ne yapmış?
“Örgüt bizi aldattı” demiş.
Sen misin onu diyen?
Kırılmadık yerini bırakmamış terör örgütü sempatizanları, Kürt sanatçının.
Ben, Mahsun Kırmızıgül’ün eksik ve yanlış değerlendirmesi sonucu tarafını belli etmesine içerleyenlerden değilim.
Düpedüz ebleh ile echel mülahazasından başka bir şey değil…
Belli ki dünyanın her yerinden casuslar, operasyonel istihbaratçılar fink atıyor Sur’da… 23 numaralı ev yani yaralıların cankurtaran beklediği ev, aslında Suriye’deki savaşın devamını yürüten vekalet savaşçısı terör örgütünün karargahı imiş…
Ambulanslar gelince suikastlere girişecekler…
Emperyalistlerin hesabına çalışan bölücü terör örgütü, bazı batılılara da kendisini IŞİD’e karşı mücadele eden yurtsever kahramanlar olarak takdim etmiş anlaşılan.
Korkunç bir yalan ve korkunç bir savaşın izdüşümleri var karşımızda…
“Mahsun bilip bilmeden konuşuyor” deyip geçiştirelim diyeceğim ama değil aslında… Fakat onun da onu savunanları da ciddiye alamayız. Dövmemiz de gerekmiyor ama…
Fakat öte tarafta Ciyager’e bile sahip çıkamayanların insanlık adına konuşmaları garip değil mi?