Hayat, çok değişik mecralardan, bin bir farklı biçimlere bürünerek, hep değişip hep çoğalarak, envai türden duygularla hem kirlenip hem aklanarak, bazen durulup bazen çağıldayarak akar gider.
Çoktur hayat.
Ölüm tekdir.
Aynı yerde, aynı biçimde durur, hiç kımıldamaz.
Hayatın çokluğu ölümün tekliğine çarptığında, bütün duygular tek bir duyguya, bütün insanlar tek bir insana dönüşür.
Bütün insanlık tek bir insana, bütün duygular tek bir duyguya döndüğünde, biz ölüm karşısında bütün insanlığı ve bütün duyguları tek başımıza taşımak zorunda kaldığımızda, yüzümüz, içini göremediğimiz bir sonsuzluğa çevrildiğinde, sevdiğimiz insanı o sonsuzluğa uğurladığımızda, sonsuzluğun bütün ağırlığını hisseder, hepimiz birbirimize benzeriz.
Hayatın içinde ne varsa yok olur.
Keder kalır geriye.
Sonsuzluk kadar büyük ve paylaşılması imkânsız bir keder.
Tanrı hepimizi o kederde eşitler, bütün hayatımızı, adımızı, rütbemizi, yaşımızı, geçmişimizi siler bir anda, tanrının masum ve çaresiz çocuğu oluruz hepimiz.
Hayatın tek ve büyük gerçeğinin kaybetmek olduğunu anlarız.
Kazanma isteğinin manasızlığını ve günahkârlığını fark ederiz.
İmam, “helallik” istediğinde Erdoğan’ın yüzünü gördüm.
O anda Başbakan Erdoğan değildi.
Annesi çocukken onu nasıl çağırıyorsa oydu, ya Recep’ti, ya Tayyip’ti ama Erdoğan değildi, başbakan da değildi, orta yaşlı bir adam da değildi.
O anda, annesinin çağırdığı isimle çağrılan bir çocuktu yalnızca.
Annesini kaybetmiş bir çocuk.
Dudaklarının kıpırdadığını, yüzünün kasıldığını, göz pınarlarından iki damla yaş süzüldüğünü gördüm.