Jean-Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesinde” şöyle muhteşem bir ifade geçer: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” Tespitini şöyle tamamlar filozof: “Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler.Köleliklerini sever hale gelirler.” Erich Fromm’a bakarsanız, o, insanın özgürlüğü kendi isteğiyle reddederek zincire vurulmak için gönüllü olduğunu söyleyecektir.
Kur’an’ı Kerim insan haysiyeti, özgürlüğü bağlamında ideal ilkeler getirmiştir. Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle İslam, ”Tek olan Allahtan başka ilah yoktur; seçilmiş halk, seçilmiş ırk ve sınıf yoktur, bütün insanlar eşittir.” İlkelerini merkeze almıştır… İslam, insanı çepeçevere saran maddi ve manevi tutsaklıklardan kurtarmayı amaçlayarak ona hakiki hürriyetin kapısını aralamıştır. Hristiyanlıktaki gibi Allah ile kul arasında sıralanan kişi ve kurumları, makamları ortadan kaldırmış, hükümsüz kılmıştır.
Bunun en büyük kanıtı, tanığı Allah Resulünün bizatihi hayatıdır…
O, önüne altından dağlar yığma tekliflerini elinin tersiyle itmiş ve Allah dışındaki tüm otoritelerin nüfuzunu reddetmiştir. Ahzap Suresinde, “Allah'ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel örnek vardır” denir.
Kur’an O’nun bu soylu çabasını teyit etmiştir.
Bu nedenle kendimizi, hayatın seyrini ve olup bitenleri yerli yerine oturtabilmemiz için Kur’an’ın önümüze sunduğu prensiplere tekrar tekrar bakmak ve üzerine çokça düşünmek durumundayız. Hatta buna mecburuz…
En’am Suresi 157. Ayet bu dehşetli mecburiyeti özetliyor: “Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çeviren’den daha zalim kimse yoktur.”
İmam Maturidi bu “yüz çevirme” ifadesini, “ona itibar etmeyen” diyerek izah ediyor. Kur’an’ı okuma ihtiyacı duymamakla, “ona itibar etmemek” arasında nasıl bir bağlantı var, bunu ciddiyetle düşünmek gerekir…
Eğer Kur’an hakkıyla okunur ve üzerine düşünülürse, onun dünyamızda yapmaya çalıştığı aydınlanma daha iyi anlaşılacaktır. Belki de üç aylara girdiğimiz şu günler bu aydınlanma için en uygun zamandır.
****
İnsanın özgür iradesini kullanmak istemeyip sorumluluktan kaçma eğilimi, psikiyatri literatüründe geniş yer tutar. (Oysa din insana sorumluluklar yüklemiştir.) Kaçarken kendinden daha büyük, daha güçlü ama daha az sorumluluk alacağı bir şeylere sığınma ihtiyacı duyar insan. İşte bu ihtiyaç onu insan ürünü kabullerin kölesi haline getirir. Kur’an insanın her zaman ve mekanda gözlemlenebilecek evrensel tutsaklıklarını teşhis eder.
Bunlardan ilki olan ve insanın aklını/iradesini kullanmasına gerek bırakmayan gelenekçiliğin altını ısrarla, kalın çizgilerle çizer...
****
Bakara, 170: Onlara Allah’ın indirdiğine uyun dendiğinde: “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler.”
Maide, 104: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin dendiğinde şöyle derler: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter”.Peki ataları hiçbir şey bilmiyor, doğru yolu bulamıyor idiyseler de mi?”
Lokman, 20-21: Böylelerine Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde şu cevabı verirler: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.”
Yine Zuhruf, 21-23’te: “Hayır sadece şunu söylemişlerdir: ‘Biz atalarımızı bir ümmet/bir din üzerinde bulduk; onların eserlerini izleyerek biz de doğruya ve güzele varacağız.’
Salih Peygambere yapılan ve Hud Suresinin beyanıyla (62) öğrendiğimiz şu şikayet çok manidar değil mi?
“Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda aranan bir kişi idin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun?”
****
Alıntılanan ayetler de dahil Kur’an’da baba, ata, ecdat anlamındaki “eb”kavramı 110 kez zikrediliyor. İnsanların atalarının yaşantılarını kutsallaştıracakları, dinleştirecekleri ve önlerine atalarının yaşantılarına benzemeyi hedef olarak koyacakları biliniyor. Nitekim “Atalar kültü” denilen ataların ruhlarına tapma geleneğinin eski Türk inançlarından biri olduğu tarihsel açıdan nettir. Atalar dininin omurgası, atalara duyulan muhabbet, ataların doğru yolda olduklarına duyulan inanç ve atalardan tevarüs edilen kabullerin muhafaza edilmesidir.
Bu yüzden Hz. Muhammed (A.S.) ve diğer peygamberlerin mücadelesinde, içinde yaşadıkları toplumun akıl ve vicdan dışı geleneksel kabulleriyle mücadele etmek önemli bir yer tutmuştur. Tüm peygamberler toplumun geleneksel kabullerine aykırı hareket etmekle, fitne çıkarmakla suçlanmışlardır. Kur’an’ın pek çok yerinde, Peygamberlerin getirdiği tevhidi ilkelere karşı canla başla geleneklerini savunan toplumların nasıl helak edildikleri tekrar tekrar anlatılır. Her anlatış, Allah’ın şu tip ikazlarıyla sona erer:
“Hala ibret almıyor musunuz?”
“Aklınızı kullanmaz mısınız?”
“Ne kadar az öğüt alıyorsunuz.”
“Siz hala aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?”
“Artık akıllanmayacak mısınız?”
“Hala aklınızı kullanmaz mısınız?”
Fakat Kur’an’ın ısrarlı teklifine rağmen Müslüman toplumlar aklın değil duyguların hakim olduğu, hurafelerin dinleştirildiği, dinde olmayanların dine yüklendiği, insan haklarına riayet edilmeyen, yasalara uyulmayan toplumlar olarak öne çıkıyorlar. Bu yüzden Müslümanların yaşadığı coğrafyalar bugün akıl almaz barbarlıkların, soysuzlukların, istismarların, kanunsuzlukların, yoksulluklarınpençesinde kıvranıyor. Müslümanlar pek çok ülkede; namusları, canları, malları pay mal edilmiş, yardıma muhtaç bir halde yaşıyorlar. Şayet bir dış düşman elinde inlemiyorlarsa bir despotun çizmeleri altında sürünüyor, sömürülüyorlar.
Bu utanç verici tablo, Kur’an’ın tezlerinin hayat tarafından bir kez daha doğrulanmasından başka bir şey değildir… Çünkü Enfal Suresi 22. ayette: “Allah katında canlıların en aşağı derecede olanları sağır, dilsiz ve düşünemez olanlardır.” deniyor.
Ayet burada herhangi bir ırktan, dinden, ülkeden bahsetmiyor. Kim aklını gerektiği gibi kullanmıyor; duyduklarından, gördüklerinden istifade etmiyor ve yaptıklarından bir hayır çıkmıyorsa o canlıların en aşağısıdır, deniyor. Demek ki insan aklıyla hareket ederek, Allah’ın ibret alınması için vurguladığı gerçekleri düşünecek, kendine ve insanlığa faydalı şeylerle meşgul olacak ki onurlu bir hayat sürebilsin... Değilse “aşağılık” bir hayat yaşaması mukadderdir.
Kur’an Yunus Suresi 100’üncü ayette: “Allah aklını işletmeyenleri küfür bataklığında bırakır” diyerek bu ilkelerin görmezden gelinmesi halinde inananları hem bu dünyada hem ahirette hangi düzeyde bir yaşam beklediği vurgulanıyor.
Bu gerçeklerin, günde 6 saat televizyon izlenen ya da sosyal medya kullanan, kitap okumaya günde bir dakika vakit ayran, “Eğlence Terörüyle İşgal” edilmiş gayri ciddileşen bir ülkede nasıl karşılık bulduğunu uzun uzun düşünelim bence.
****
Bu gün Müslüman coğrafyalarda gelenek ve ecdat kabulleri, Kur’an ile aklın ölçüsüne vurulmadan benimsenmekte hatta kutsanarak dine dahil edilmektedir. Ataların yaşantısı ve gelenekle gelen kabuller kutsallaşınca İslam’ın reddettiği türlü günah da din kılıfıyla paketlenerek dinin içine sokulmaktadır. Kur’an bu anlayışı yıkmak, insanı geçmişin köleliğinden kurtarmak, sadece Allah’a bağlamak ve zincirlerini kırmasını sağlamak için bir prensip öne sürüyor…
Bu prensip Araf Suresi 3. Ayette karşımıza çıkıyor: “Rabb’inizden size indirilene uyun; O’nu bırakıp da başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”
Burada şunun ya da bunun değil sadece Allah’ın koyduğu ilkelere uyulmasının altı çiziliyor.
İmam Maturidi bu ayeti açıklarken şu ifadelere yer veriyor: “Bu cümle başka ilahlar/önderler edinmeyin, O’nu bırakıp başka ilahların helal ve haram kıldıklarına, emredip yasakladıklarına uymayın, demektir.”
Günümüzde Müslüman toplumlarda görülen manzara bunun tam tersi değil midir? Büyük ölçüde öyledir… Allah’ın indirdiği ve yukarıda bir kısmını alıntıladığımız ilkeler yok sayılmakta bunun yerine Allah’a ulaştıracağı varsayılan başka kişilerin “önderlerin”, toplulukların peşinden gidilmektedir. Allah’ın insanı başka insanlara, başka otoritelere esir olmaktan kurtarmak için “Artık akıllanmayacak mısınız? Aklınızı kullanmayacak mısınız?” sözlerine karşılık insanlar akıllarını, vicdanlarını, ruhlarını, haysiyetlerini başkalarına kiralamaktadırlar. Allah’ın iyi ve doğru, kötü ve yanlış dediği şeyleri değil, Allah yerine koydukları kişi ve toplulukların söylediklerini yapmakta ya da yapmamaktadırlar. Bu nedenle insan, Rousseau’nun dediği gibi, özgür yaratıldığı halde her yerde “zincirler” içinde yaşamaktadır. Dahası zincirlerini sevmekte, onsuz yaşamayacağını düşünmektedir… Allah ondan tam tersini istediği halde… Üç ayların hepimiz için, maddi manevi zincirlerimizden nasıl kurtulacağımızı daha çok düşüneceğimiz zamanlar olmasını temenni ediyorum…