Galiba bu köşede en çok Çukur dizisi hakkında yazı yazdım.
Onun maganda karakterlerini, psikopat kahramanlarını, absürt ironisini, kaba sabalığını, dökülen haddinden fazla kanı, şiddet şehvetini, kötülüğü parlak bir hediye paketi ile seyirciye sunmasını kıyasıya eleştirdim. Tabiri caizse yerden yere vurdum.
Özellikle gençlik üzerinde bıraktığı berbat etkiyi düşünerek yaptım bunu.
Fakat, "Baba" filmindeki Don Corleone'nin dediği gibi, "Yaptıklarım için özür dilemeyeceğim".
Bu yüzden, bu bir özür yazısı değil...
Bu bir anlama yazısı...
Dizinin ortaya koyduğu tuhaf, kaotik dünyanın izleyicide hangi ihtiyacı karşıladığını anlamaya çalışacağım.
Bu yazının yazılmasına neden olan o anlaşılmaz şey, çoğunluk dükkanların çoktan kapandığı soğuk bir istanbul akşamında, bir marketteki kasiyerin yüzünde göründü bana.
Alışverişim bitip kasaya geçtiğimde o genç arkadaşı gördüm. Üniversite mezunu olduğunu sonradan öğrendiğim bu kişinin yüzünden hayat, bütün canlı belirtileriyle çoktan çekilmişti.
Yüzü bir ceset gibi sarıydı ve bakışları da ürpertici bir boşlukla doluydu.
Hesabını alacağı bir müşteriden ya da mesai bitimini beklemekten çok, market reyonlarının arkasından çıkıp gelecek süperman gibi bir kurtarıcı bekliyordu sanki... Müşterilerin gardiyanlık yaptığı bir hapishanedeydi sanki.
Hali tek kelime ile, umutsuzdu.
Ortalama bir yetişkin, umutsuzluk canavarıyla pekala dövüşebilir. Hatta bu dövüşten galip bile ayrılabilir.
Ancak, eksik aile terbiyesinin ve eğitim sisteminin bir kanser gibi melekelerini cılızlaştırdığı bir genç bu yaman düşmanla yapacağı dövüşten nadiren galip ayrılıcaktır.
Dahası, bu karşılaşma onun zayıf ruhunda yaralar açacaktır. Umutsuzluk onu yoracak, hırpayacak ve belki de delirtecektir.
Oradan ayrılırken geleceğe endişe ile bakan bu ve benzeri gençlerin neler hissedebilecekleri ile sarsıldı zihnim.
Çukur evet absürttü, gerçeklikten yoksundu, plastik çiçekler gibi suni bir hali vardı ama...
Sadece Çukur'da değil. Yaralı Yüz filminin Tony Montana'sı gibi, şiddet kullanarak güce/iktidara ulaşanların kanlı hikayelerini anlatan tüm o diziler...
İşte o diziler; kasiyerlik yapanlara, araba yıkayarak harçlığını çıkaranlara, marangoz çıraklarına, konfeksiyonda arabesk şarkılarla sarhoş olanlara, kirasını ödeyemeyen tezgahtarlara, geceleri köşe başlarına tüneyenlere, sınavlardan çakan öğrencilere, sevip de düğün yapamayanlara, yurt yatakhanesinde hayatına kahreden üniversitelilere, işsizliğin sancılarıyla sarsılan taze ruhlara, sefaletin batağından hiç çıkamayacağını düşünenlere umutsuzluklarıyla baş edebilecekleri bir şey veriyorlar.
Onlara, tehlikeli bir yol gösteriyorlar. Onlara, yeryüzü cehenneminin kapılarını açıyorlar...
Bu gençler her şeyden önce güvenli bir gelecek, bugünkünden daha az endişe ve daha fazla saygı istiyorlar...
Fakat onca yıllık okul hayatından sonra ellerine geçen asgari ücretle, o muteber hayatla ilgili umdukları şeylere erişmeleri çok mümkün değil. Bunu biliyorlar. Bu gerçeği içlerinde hissediyorlar. Tıpkı Joker gibi...
Bir kaç ay önce vizyonda olan Joker filminde, Joker fenomeninin nasıl ortaya çıktığı anlatılıyordu. Filmde Joker, toplum tarafından dışlanan başarısız bir komedyendir. Kıt kanaat geçinebiliyordur. Yukarıdakilerin ayakları altında ve onlardan arta kalanla yaşamaktan nefret etmektedir. Joker sistem tarafından ezildikçe toplum zincirinin en zayıf halkası haline gelir. Suçun tohumu böylece atılır. Trajedi bundan sonra başlar ve joker, art arda işlediği sansasyonel cinayetlerle, ezilenlerin sisteme karşı direnişlerinin bir sembolü haline gelir. Hayat prensibi şudur: "Bu dünyada hayatta kalmanın tek mantıklı yolu, kural tanımamaktır." Buna ekleme bir de ekleme yapar: "Ya iyi olarak ölürsün ya da kötüye dönüşecek kadar uzun yaşarsın."
Çukur gibi diziler, Joker gibi, bu tür düsturları hikayeleştirerek zincirin zayıf halkaları olmaya aday kızgın ve umutsuz gençliğe seslenmeyi bildiler. İnsanlar, kendileri gibi sokaktan gelen ve hayatını gözünü kırpmadan gerçekleştirdiği şiddet eylemleriyle kazanan, şiddetle en tepeye çıkan kahramanlarda aradıkları umudun formülünü buldular. Normal dünyada eksik olan adalet duygusundan eser yoktu dizilerin dünyasında. Kahramanların, kimseden adalet talep etmeleri gerekmiyordu. Hiçbir yerden torpil bulmaları icap etmiyordu. Sınavlardan medet umulmuyordu. Bir şeyi elde etmek için, bir statüye ulaşmak için, bir unvana kavuşmak için, onu yeterince istemeleri ve gerektiği kadar kan dökecek cürete sahip olmaları yetiyordu. Bu hareket tarzı izleyicinin tam da aradığı şeydi. Hayatın gerçeklerinin sıkıcılığını sembolik de olsa bu dizilerle aşabiliyorlardı. İncinen adalet duygularını izlerken yaşadıkları özdeşleşme ile onarıyorlardı.
Yaslandıkları sağlam zemin sayesinde bu pespaye diziler büyük popülarite kazandılar, kazanmaya da devam ediyorlar. Toplum yapısı iyiye doğru evrilmediği ve gelir dağılımındaki adalet sağlanmadığı sürece bu değişmeyecek. Bundan sonra gelecek diziler de, toplumda derinleşen yoksulluğu, adaletsizliği, umutsuzluğu iliklerine kadar sömürmeye devam edececeklerdir. Bunu yapmamaları için hiçbir mantıklı neden yok. Çünkü bu sömürünün müşterisi hazır.