Kapadokya peribacalarında birkaç kat yükselmiş bir kaçak inşaat yıkılmaya başlandı. Sosyal medyada paylaşılan bir fotoğraf ve bu fotoğrafın çok kısa sürede milyonlarca insana ulaşarak tepki oluşturması bürokrasiyi harekete geçirdi. İmar iznine bakılmaksızın tabii çevreye uygun olmayan söz konusu bina ve benzer binaların yıkımına başlandı. İleride, bölge ile ilgili imar planlarının değişmesine neden olacak bir ders olur umarım bu durum…
Giderek daha etkin hale gelen sivil refleksin toplumun meselelerini sahiplenerek inisiyatif alması gayet güzel.
Bu tabloyu görünce şunu düşünmeden edemiyorum…
Aynı kararlılık, aynı özgüven ve ortak hareket etme bilinci ile popüler kültürün zararlı ürünlerine karşı da tepki göstersek…
Örneğin, ekranın efendileri haline gelen şiddet ve tecavüz konusunda…
Ki, artık TRT dizilerinde bile şiddetin en albenilisi sunuluyor seyirciye… Mafyatik bir karakteri yaldızlamayan veya bir vesile ile elini kana bulayan karakterler olmadan tutunabilen dizi yok neredeyse. Pek çok dizide dramın temelini ya bir tecavüz vakası ya da bir gayrı meşru ilişki oluşturuyor. Bu durum, binlerce yılda oluşmuş peri bacalarının yanına dikilen beton bina kadar tuhaf, saldırgan ve yıkıcı aslında. O bina nasıl bir çevresel felaketin habercisi ise popüler kültür ürünlerinde bolca kullanılan söz konusu temalar da benzer felaketlerin habercisi…
Çevre konusunda duyarlı insanların iş ekranlara geldiğinde şiddet ve tecavüzü garipsememesi, sıradan bulmasını neye yormalı bilemiyorum.
Keşke bu ülkenin akıl ve vicdan sahibi insanları, bu konuda da aynı duyarlılığı harekete geçirerek şiddete, müstehcenliğe ve tecavüze tepki gösterseler.
“600 YILLIK DEVLET, 6 YILDA NASIL YIKILDI?”
Geçenlerde kazara gördüğüm bir belediye programı afişi dikkatimi çekti…
Afişte şöyle yazıyordu: “600 yıllık devlet 6 yılda nasıl yıkıldı?”
Konuşmacı da popüler bir tarihçiydi.
Afişi görünce programda neler konuşulacağını düşündüm.
Muhtemelen konuşmada şöyle bir tablo ortaya konacaktı.
Devlet-i Aliyyemiz sistem açısından süperdi, harikaydı, tıkır tıkır işliyordu, fakat ansızın çıkan ve medeniyet köklerimizden uzak bir furya onu yıktı attı…
Çünkü genelde bu bağlamı ele alan kitaplar, konferanslar bu tezi savunurlar. Bir çoğunu dinleyip benzer kitapları okuduğum için bunu rahatlıkla söyleyebilirim…
Bu tez büsbütün yersiz diye söylemiyorum, elbette haklı tarafları var ama başka bir durumu teşhis etmek istiyorum…
Meseleyi böyle ele almak olması gereken dikkatten, objektiflikten yoksun gibi geliyor bana…
Hiçbir sistem, içerden çürüyerek hayat belirtilerini kaybetmeden dışarıdan yıkılamaz.
Osmanlı’nın başına gelen de bundan farklı değil bana göre…
Fakat işin bu kısmını gözden kaçırıp suçu başkalarına yüklemek tarihi gerçekleri yadsımak hem de düşman yaratmaya çalışmaktır ki genelde yapılan budur. Bugün hala toparlanamayışımızın altında bu yanlış tarihi muhasebe olduğunu düşünüyorum.
Devletinizi başkalarının yıktığına inanırsanız, suçluyu hep dışarıda aramak yapabileceğiniz tek şeydir. Ama aslında sizi yıkanın sistematik hatalarınız olduğunu, dışarıdan müdahalenin nispi bir etkisinin olduğunu kavrarsanız, kendinizi düzeltmeye çalışırsınız.
Nerede hata yaptık?
Kurumlarımızın işleyişinde ne gibi yanlışlar vardı?
Dış güçler bu kadar etkiliyse neden aynı dış güçler Yavuz ve Kanuni dönemlerinde devleti yıkmayı başaramadılar?
Bilginin toplumda yaygınlaşması konusunda devlet olarak üzerimize düşen görevi yerine getirdik mi?
Adalet, insan hakları, sanayileşme gibi konularda eksiklerimiz nelerdi?
Hangi nedenlerden dolayı çağın ruhunu anlamaktan uzak düştük?
Bu minvalde yüzlerce soru sorar ve cevaplar ararsınız suçluyu dışarıda aramayı bıraktığınızda…
İyi biliyorum ki böyle konferanslarda bu gibi sorular asla sorulmaz.
Bunun yerine bolca Osmanlı güzellemesi yapılarak dinleyicilerin gönlü okşanır, geçmiş zamanın zaferleri ile gurur verici bir romantizm yaşatılır ve yaratılan dış düşmanlara sövüp sayılarak program sona erer.
Ve insanlar da hala içinde yaşadığımız olmamışlıkları, hep bir dış güce, hep art niyetli birilerine bağlayarak öfke ile programdan ayrılırlar…
Neden?
Çünkü bu konuşmaları yapanlar, toplumun kendisini düzeltmesini sağlayacak şekilde ona ayna tutmak istemezler…
Topluma yanlışlarını göstermek istemezler, çünkü o zaman sevilmeyeceklerini bilirler. Bunun yerine toplumu yüceltmeyi, ona gerçekte sahip olmadığı faziletler, meziyetler yüklemeyi, onu bir kurban gibi lanse etmeyi tercih ederler. Yapılan şey, özneye mağdur kimliği giydirecek şekilde tarihin arabeskleştirilmesidir. Bir nevi “yıkılmadık ayaktayız” durumudur.
Halbu ki Osmanlı dediğimiz siyasal yönetim ve toplum modelinin parlak yanları olduğu gibi karanlık yanları da mevcuttu ve tarihsel olarak yıkılmayı tetikleyen parametreler bu karanlıktan doğdular.
İrvin Yalom “Varoluşçu Psikoterapi” kitabında şöyle diyor: “İnsan kendi durumunun ve sıkıntısının başka biri ya da bir dış güçten kaynaklandığına inandığı sürece kendi kişisel gelişimini gerçekleştiremez.”
İnsan için söz konusu olan toplum için de söz konusudur pekala…
Toplumlar da kendi felaketlerinin daima dış güçlerin şeytani planlarından kaynaklandığını düşünürlerse bir kere kendilerini pasifize etmiş olur ve sorunlarının kaynağına inme cesareti gösteremezler. Çünkü ortada kendilerinden kaynaklanan sorun yoktur. Olan bütünüyle dışarıdakilerin meydana getirdiklerinden ibarettir. Bugün, geçmiş muhasebemize, coğrafyamıza ve dünyaya bakışımıza hakim olan hava biraz böyle bir şey...
Bu havadan çıkmadan, “başımıza gelen kötülüklerin kendi ellerimiz ile yaptıklarımızdan” kaynaklandığını anlamadan düzelme şansımız yok maalesef.
GÜZEL İNSANLAR VAR ŞU HAYATTA…
Havalar soğuk.
Hatta görmeye hasret kaldığımız kar birkaç gündür misafirimizdi. Bu havalarda aktüel siyasetin hay huyuna kulaklarını tıkayarak başkalarının dertlerini düşünen insanlar var. Bunlardan birini tesadüfen tanıdım desem yeridir. Bu kişi Iğdırlı fotoğraf sanatçısı Mehmet Özcan… Özcan, sosyal medyada düzenlediği bir yardım kampanyasıyla bu kış 15 bin bot dağıtmış Anadolu’daki çocuklara. 21 il, ilçe ve köye ulaşmış...Bu sayıyı 20 bine tamamlamak istiyormuş. Yardım konusunu genelde kurumsal dernekler üzerinden düşünmeye alışkın olduğumuz için bu kampanyadaki kişisellik ve özveri bana ilham verdi. Demek ki, bir kişi isterse 15 bin çocuğu mutlu etmenin bir yolunu bulabiliyormuş…
Çocukların gülücüklerini kazanabilmiş, kalplerini fethedebilmiş bir insan en zengin insandır bana göre. Servet ve makam gibi bencilce hırslara tapınıldığı bir zamanda çocukların üşüyen ayaklarını dert edinen güzel insanlara selam olsun…