Osmanlı, son dönemlerinde iyice kötülemişti, girdiği neredeyse bütün savaşları kaybetmişti... Bütün yenilenler gibi o da kendisini yenenlere hem hayranlık besliyor, hem de onlardan nefret ediyordu.
Ve, bütün yenilenler gibi kendisini yeneni taklit etmeye çalışıyordu.
Modernleşmeye karar vermişti.
Ancak kendisini yenen Batılı ülkelerin toplumsal yapılarını değil, ordularını örnek aldı, çağdaşlık ordudan başladı.
Dışarıdan komutanlar getirtildi, uzmanlar getirtildi, kıyafetler değiştirildi.
Ordu, toplumun bulunduğu noktadan daha ileri bir noktaya ulaştı.
Köylü ve esnaf olan toplumda ise bir değişim yaşanmadı.
Modernleşen, çağdaşlaşan, silahları ve eğitimi yenilenen ordunun ağırlığını dengeleyebilecek tek kesim, başka türde de olsa eğitimden geçmiş tek kesim olan din adamlarıydı.
Ordu Batılılaşırken, Batıyı gâvurluk olarak gören din adamları geleneksel değerlerin sözcülüğünü üstlendi.
Yoksul halkın sığınabileceği tek güç tanrıydı ve din adamlarıyla halk, değişik nedenlerle aynı değerlere, aynı sembollere tutundular.
Yoksul köylüyle esnaf, yaşamın ağırlığına karşı dinin tevekkülüne ve tesellisine sığınıyordu.
Bu kutuplaşmada, ordu ve Batı eğitimi almış aydınlar bir uçta, halk ve din adamları diğer uçta birikti.
Biri değişimi ve modernleşmeyi, diğeri gelenekselliği ve tutuculuğu temsil ediyordu.
Bu yapı, Cumhuriyet döneminde de aynen sürdü.
Köylü alabildiğine yoksul ve geri bırakılırken, İttihatçıların kestikleri, yurtdışına sürdükleri azınlıkların mallarına konarak zengin olanların bir burjuva sınıfına dönüşebilmesi için devlet desteği verildi.
Yeni bir burjuvazi kesiminin kendi sırtından zenginleşmesine karşı ayaklanmasın diye de, ordu halkı baskı altına aldı.
Böylece, ordu, yeni zenginler ve aydınlar modernliğin temsilcileri oldular Cumhuriyet döneminde... Halk ve din adamları ise gene geleneksellikte kaldılar.
Zenginleşen bir devlet ve devletin zenginleşen yandaşları modern yüzüydü Cumhuriyetin.
Alabildiğine ezilen halk da geriliğin ve gericiliğin yüzü.
Cumhuriyet, din adamlarını ve dini de kendi denetimine alarak köylüyü iyice yalnız bıraktı.
Yoksulluğu hiç değişmeyen, hep ezilen köylünün bilinçsiz öfkesinin gizli hedefi devletti ama bunu açıkça söyleyebilecek bir gücü ve cesareti yoktu.
Zaten sesini duyurabilmek için örgütlenmesine de izin verilmiyordu.
Onlar da devleti temsil eden herkese, orduya, aydınlara, zenginlere gâvur diyerek kızıyordu.
Bu sessiz kızgınlık, aradaki kısa süren çok parti denemelerinin çabuk bitmesi nedeniyle, demokrasi gelene kadar sürdü.
Görüntüsel de olsa demokrasi ve seçimler dünyanın baskısıyla Türkiye tarafından kabul edilince, köylülerin bir sesi ve daha da önemlisi bir oyu olduğunu fark etti siyasetçiler.
Devletin denetimine giren din adamlarının rolünü de siyasetçiler üstlendi.
Oy istemek için din diyorlardı, Allah diyorlardı.
Kendi devleti tarafından terkedilmiş köylünün tek güvendiği güç de buydu zaten, dini ve Allahı.
Allaha sığınmış, modernleşen devlete ve orduya karşı gelenekselliğe sarılmış köylü, her zaman devlete mesafeli, dine yakın partilere oy veriyordu.
Ama ne kadar oy verse, ne kadar kendisine benzeyenleri siyasi iktidara getirse de, asıl iktidarda oturanları, orduyu, aydınları, zenginleri kenara itemiyordu.
İlk büyük kırılma Menderesin yol yapımıyla başladı.
İkinci büyük kırılma da Turgut Özal döneminde oldu.
Türkiye dünyaya açıldı, Anadolu esnafı üreticiliğe, böylece de zenginliğe adım attı.
Anadolu gelişmeye başladı.
Zenginleri çoğaldı.
Ve, gerçek iktidarı istemeye koyuldu.
Bu toplumsal talep AKPyi yarattı.
AKP, modern yüzlü ve ezici devletle mesafeliydi, hem köylüyü, hem varoşları, hem yeni zenginleri, hem de bütün bunları kapsayan geleneksellik ile dini temsil ediyordu.
Ordu, aydınlar, eski zenginler bu yeni hareket karşısında çaresiz kaldılar, halkın iktidarının gericilik olduğunu söyleyerek demokrasinin önünü kesme çareleri aramaya başladılar.
Yüzyıllarca ezilmiş köylünün ve esnafın gelenekselliği bir şeriat isteği olarak değerlendirildi, şeriat geliyor diyerek halk iktidarına karşı darbeyi ve faşizmi savunmaya sarıldılar.
Demokrasiye sahip çıkan modern Batıdan nefret ettiler.
Türkiyenin gelenekçileri de kaçınılmaz olarak bir zamanlar gâvur diye karşı çıktıkları Batıyla ittifak kurdular.
Şimdi eski modernler, Ergenekon türü yapılanmalarla, nefret ettikleri halkı sindirme ve iktidarı yeniden ele geçirme hayalleri kuruyorlar.
Çok geç.
Bir zamanların ilerici modernleri, şimdinin tutucu faşistleri olarak halklarından nefret edebilirler... Sorunun AKP olduğunu düşünüp, onun altında yatanı anlamayabilirler.
Bunu da ilericilik sanabilirler.
Yapabilecekleri tek şey de zaten bir yanılgının içine sığınmak ve orada yalanlarla avunmaya çalışıp, ağlamaktır.