ATV’de yayınlanan yarışma programında sorulan bir soru, Türkiye’nin toplumsal hassasiyetini neden bu kadar etkiledi? Zihin dünyamızı, gönül dünyamızı neden bu kadar sarstı? Neden bu kadar duygulandık, neden bazılarımızın gözleri yaşardı, kalpleri ağrıdı?
Soru şuydu: “1819’da İstanbul’da havalimanı olsaydı hangi şehirlere seyahat etmek için ‘dış hatlar’ terminalini kullanmak gerekirdi?” Cevaplar arasında ‘Atina, Saraybosna, Sofya’ var. ‘Şam, Kudüs, Kahire’ var. ‘Bağdat, Amman, Medine’ var.
Tuna’dan Basra’ya, Kudüs’ten Medine’ye kadar “biz” vardık
Cevap bunlardan hiçbiri değildi. Bu şehirlerin tamamına ‘iç hatlar’ seferleri yapılıyor olacaktı. Bu şehirlere de Konya’ya, Trabzon’a, İzmir’e, Edirne’ye, Diyarbakır’a, Erzurum’a gidiyor gibi gidiyor olacaktık.
Ve bu şehirler Osmanlı’nın merkez şehirleriydi. Coğrafyamızın kadim şehirleriydi. Coğrafya inşa eden, tarih yapan, imparatorluklar besleyen ve büyüten şehirlerdi. Ve bu şehirler varken “Biz” vardık.
Tuna’dan Basra Körfezi’ne, Kafkaslar’dan Kızıldeniz’e, Kudüs ve Medine’den Bağdat ve Şam’a kadar “biz” vardık. O “Biz” Balkan’dık, Mozopotamya’ydık, Anadolu’yduk, Hint Okyanusu’yduk, Karadeniz’dik, Akdeniz’dik.
Türk’tük, Arap’tık, Kürt’tük.. “Biz” kalmaya çalışıyorduk..
Türk’tük, Arap’tık, Kürt’tük, Çerkez ya da Boşnak’tık, Arnavut ya da Acem’dik. Ama “Biz’dik. O “Biz” düşüncesi varken dünyanın merkeziydik, yeryüzünün ana aksıydık, gücün ve zenginliğin kaynağıydık, küresel iktidar alanını biçimlendiriyorduk.
1819’dan sonra bütün bu şehirleri, bir coğrafyayı savunmak, korumak, birarada tutmak için çok büyük mücadeleler verdik. Korumaya, kollamaya, birarada tutmaya çalıştığımız şey, sadece o şehirler değildi. “Biz” olanı korumaya çalışıyorduk, “Biz” olarak kalmaya çalışıyorduk.
Hafızamız, gönüllerimiz ve şehirlerimiz dağıldı..
Ve o “Biz” kimliğini kaybettikten sonra o şehirleri de kaybettik. Sadece şehirleri değil, birbirimizi kaybettik. Yüzlerce yıl tarih inşa ederken bir anda tarih dışına itildik. Coğrafyamız dağıldı, şehirlerimiz dağıldı, gönüllerimiz dağıldı. En önemlisi de hafızamız dağıldı, körleştik, unutkanlaştık.
2003 yılında Irak işgal edildiğinde Kut şehrinde katliam haberleri geldiğinde Kutu’l-Amare’yi birkaçımız dışında, hatırlamadık. Mezopotamya’nın kalbine yüzbinlerce kişilik Batılı ordu yığınak yaparken, İslâm’ın kadim şehirlerinden Bağdat yüksek duvarlarla parçalara ayrılırken, yüzlerce yıl birarada yaşamış insanlar birbirini boğazlarken hatırlamadık. Oysa o Bağdat kaç imparatorluk beslemiş, büyütmüş, yaşlandırmıştı. Doksan yıl öncesine dair hafızalarımızda hiçbir şey bulamadık.
“Bize Fatiha okumayın. İntikam, ah intikam!” yazan Mehmetçik, bizlere ne anlatıyordu?
İsrail Gazze’yi bombalarken, katliam üstüne katliam yaparken, bir milleti dünyanın gözü önünde imha ederken “Gazze” diye sokaklara döküldük. Filistin bayrakları taşıdık, sapan taşlarıyla direnenler kahramanlarımızdı. Ama 1917’deki Gazze savaşlarını hatırlamadık.
Yine doksan yıl öncesine uyanamadık. Birinci, İkinci, Üçüncü Gazze Savaşları neydi, dönüp bakamadık. İsrail o çatışmaların yaşandığı hangi köyleri bombalıyordu, hafızamız buna yetmedi.
Oysa Gazze savaşlarında şehit olan Mehmetçiğin hatıraları bile İngiliz arşivlerindeydi, oradan öğreniyorduk. Anadolu’dan Kudüs’ü korumak için buralara gelen Mehmetçiğin cep notlarında yazan; “Sakın bize Fatiha okumayın. İntikam, ah intikam!” ifadelerinin ne anlama geldiğini bilemedik.
Balkan ve Kafkas trajedileri…Çünkü biz ‘ağlamayan’ millettik.
Balkanlar’dan akın akın Anadolu’ya akan milyonlarca insanın yaşadığı trajedileri, katliam ve kıyımları, yüzbinlerce insanının şehit oluşunu, o soykırımı hatırlamadık, unutmayı tercih ettik. Kafkaslardan Anadolu’ya sığınanların dramlarını kimseye anlatmadık.
Anadolu’dan; bir daha dönmeyeceğini bile bile Yemen’e giden evlatlarımızın hatıralarını, bugün Yemen savaşı devam ederken bile hatırlamadık, öğrenmedik, şimdiki nesillere taşımadık, taşıyamadık.
Çünkü biz “ağlamayı bilmeyen” bir millettik. Yalvarmayacaktık, zayıf olmayacaktık, gururumuzdan taviz vermeyecektik, kimseden yardım istemeyecektik ve asla eğilmeyecektik.
Pasifik’ten Atlantik’e uzanan büyük idealdik…
Tuna kıyılarından, Yemen’den, Kafkaslardan gelen yanık türküleri dinledik. Anadolu’dan yükselen ağıtları dinledik. Acımasız bir sabırla sustuk. Susmayı ve beklemeyi bildik.
Çünkü biz; Büyük Okyanus’un kıyılarından, Hint Okyanusu’nun kıyılarından Atlas Okyanusu kıyılarına uzanan bir büyük idealdik. Tarihi devletlerin değil şehirlerin yaptığının bilincindeydik. Şehirlerin acıyı unutmadığının, bir gün intikamını alacağının bilincindeydik.
20. yüzyıl boyunca Anadolu’ya sığındık ve hep sustuk. Hafızalarımız silindi, yine sustuk. Bir gün, bu toprakların yeniden uyanacağını bilerek sustuk.
Çünkü üçüncü büyük uyanıştı, yükselişti bu..
Haçlı Savaşları’ndan sonra, Selçuklu’dan sonra, Moğol İstilası’ndan sonra yeniden dirildiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da yeni bir dirilişin geleceğine inanarak sustuk.
İşte şimdi hafızamız canlandı, dilimiz çözüldü, duygularımız serbest kaldı, inancımız güç kazandı. Medine’yi de, Saraybosna’yı da, Bağdat’ı da yeniden hatırladık. Vatan nedir, coğrafya nedir, kadim şehirlerimiz neresidir, canlandık…
Bugün Pasifik kıyılarından Atlas Okyanusu’na kadar bütün coğrafyada bir ”Türkiye dili” güç kazanıyorsa işte bu hafızanın canlanması, tarihin bugüne taşınmasıdır. Bu büyük ideal, dar anlamda bir milliyetçilik değildir. “Ben” değil, “Biz” mücadelesidir.
Bu yüzden duygulandık, artık o ‘dil’ çözülmüştür..
Türkiye’nin verdiği mücadele budur. Türkiye’ye karşı Batı’dan, Doğu’dan, coğrafyamızdan ve onlarla beraber “içeriden” saldırılar bu yüzdendir. Zihinlerimizin, kalplerimizin, düşüncelerimizin yeniden canlanması bu yüzdendir. Bu, büyük tarih hesaplaşmasıdır. Yüz yıl önceki çöküş bir tarih dönüşüydü. Bugünkü yükseliş de öyle bir tarih dönüşüdür.
O sorunun cevaplarının insanlarımızın gönül dünyalarını bu kadar etkilemesinin, zihin dünyalarını bu kadar sarsmasının nedeni, işte bu bilincin keşfidir, bu hafızanın canlanmasıdır, bu kimliğin yeniden inşasıdır. Bu, bütün siyasi söylemlerden çok daha etkili bir “dil”dir. Ve o dil artık çözülmüştür. Bir televizyon programındaki o sorunun yol açtığı etki, bugünün bütün siyasi ve toplumsal eğiliminin kodlarını ortaya koymuştur. Bu da yeniden yükselişin ta kendisidir.