Huzurlarınızda, televizyon karşısında büyüyen kuşaktan, heyecandan küçük dilinizi yutacağınız…
Aşırı melankolik, dokunaklı, tutkulu, şiddetli, entrikalı, sıra dışı üç aşk öyküsü…
Kahramanlarımızdan(!) en büyüğü 27 yaşında…
En küçüğü ise 15…
En büyük kahramanımız, kaynanasına abayı yakmış, “Behlül” gibi bir ümitsiz aşık!
Nasıl oluyorsa oluyor ve bu yasak aşk(!) aile üyeleri tarafından öğreniliyor.
Kahramanımız(!) aşkını müdafaa ederken aile üyelerinden birini öldürüveriyor ve hapsi boyluyor.
Aşıklar kavuşamadan hikayeleri buruk bir şekilde sona eriyor!
****
Ortanca kahramanımız ise disiplinsiz hareketlerinden dolayı kötü kalpli idareciler tarafından okuldan atılmış, gerçek erkeklikte(!) “Kuzey” den, “Vartolu” dan, “Polat” tan farksız 17 yaşındaki bir genç.
Kız arkadaşının sosyal medyadaki fotoğrafını 8. sınıf öğrencisi T. beğenince, kahramanımız(!) deliye dönüyor.
Hormonları onu acımasız bir intikama sürüklüyor.
Kız arkadaşını ne kadar çok sevdiğini ispat etmek için(!) 14 yaşındaki T.’nin sokak ortasında boğazını kesiyor.
****
Junior kahramanımız ise aşk için her iftirayı atabilecek dizi kahramanları “Bihter” ve “Eyşan” dan farksız 15 yaşında bir genç kız.
Küçük iftiracımız hamile kalıyor.
Ailesi bunu fark ettiğinde, sevdiği adamın zarar göreceğini anladığı için büyük bir fedakarlık yapmak zorunda kalıyor!
Daha önce kısa süreli bir ilişki yaşadığı kişi tarafından kendisine tecavüz edildiğini söylüyor ailesine.
Ailesi bu iftiraya inanıyor.
Aşk için atılan bu iftirayla sevdiği adam kurtuluyor…
Masum genç ise öldürülüyor.
Çünkü, kızına tecavüz edildiğini öğrenen öfkeli baba, bu bilgiye dayanarak masum çocuğu sokak ortasında vurup öldürüyor.
****
Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye’nin son yıllardaki sosyolojisini yansıtan, çok trajik, içler acısı olaylar bunlar.
Öncelikle üç olayda da hayatını kaybeden ailelere hem baş sağlığı diliyor hem de meseleyi, kasıtlı bir şekilde dizi hikayesi gibi tasvir ettiğim için özür diliyorum.
Amacım elbette olan bitenle dalga geçmek değil…
Çok çarpıcı bir gerçeğe dikkat çekmek…
Bu insanlık dışı olaylarda televizyon izleyicisinin hiç yabancısı olmadığı, hatta her gün tanık olduğu bazı öğeler var.
Bizim dizilerde aşk her türlü insanlık dışı işi mübah gösteren bir mazeret gibi sunulur.
Şiddetse, erkekliğin ve sevdiğin için yapabileceklerinin bir göstergesi olarak yansıtılır.
Bana göre bu olayların asıl müsebbiplerinden biri, bu sorunlu felsefeyi insanlara aşılayan diziler.
Bu kadar acımasızlık, bu kadar umarsızlık, bu kadar soğukkanlılık ancak kurguda mümkün.
Neticede karşımızda günde altı saatini hastalıklı dramaları izleyerek geçiren, gerçeklik duygusu kaybolduğu için dizilerde yaşadığını zanneden gencecik insanlar var.
“Bihter” ve “Vartolu” gibi tiplere özenen aşırı bencil, aşırı merhametsiz ve inançsız gençler…
Şimdi bu olanları medyamız korkunç olarak nitelendiriyor değil mi?
Emin olun, bir süre sonra bu korkunç hikayeler mağdurların tarafından bakılarak değil, canilerin bakış açısıyla ve onları kahraman ilan ederek bir dizide karşınıza çıkacak.
Ve yine emin olun, haberlerde çıktığında seyircinin “Ahh… Vahh” ettiği bu korkunç hikayeler dizi olduğunda reyting rekorları kıracak…
Millet “Aşka bak! Biz de böyle bir aşk yaşayabilsek!” diye iç geçirerek izleyecek.
Medyaysa korkunç “gerçekliğe” yaslanan dizileri, parlatmak için seferber olacak.
Bu haberlerin en kanlı ve korkunç kişiliklerini toplumun en beğendiği oyuncular canlandıracak.
Bizde bu “hastalık” merakı, yapımcılarda da hastalıktan dizi yapma iştiyakı oldukça daha bu “olaylardan” çok yaşar, çok izleriz.
GIDA TERÖRİSTİ KURYENİN İĞRENÇ EYLEMİ
Eskişehir’de bir kurye teslim edeceği pizzanın içine tükürürken kendini videoya çekmiş.
Tabii o anda güvenlik kamerasıyla görüntüsünün kaydedildiğini bilmeden.
Bana göre bu saygısızlık, içinde zavallıca bir intikam hissi barındırıyor.
Bu yapılan, kişinin işinden duyduğu nefreti, siparişi verene yansıtmasıdır.
Ne acı ki Türkiye’de insanların % 73’ü işinden mutsuz.
On kişiden yedisi işyerine gitmek dahi istemiyor…
Yani nefret ettikleri işlerde çalışmak insanların psikolojisini ciddi manada bozmuş durumda.
(Yine bir başka kuryenin, kendisine “kör” diyen müşterisinin evini basarak onu dövdüğünü okuduk.)
Dolayısıyla bu mide bulandırıcı eylemler münferit hadiseler değil, dikkatle incelenmesi gereken toplumsal atmosferin bir tezahürü.
****
Otobüs şoförü duraktaki insanları almadan gider…
Taksici, kısa mesafe yolcusunu döver.
Memur, evrakları mahsus bekletir.
Güvenlik görevlisi bir kenarda telefonuna gömülü oturur.
Pastane sahibi müşteriye fareli kurabiyeleri reva görür.
Esnaf ayıplı mal satar.
Patron çalışanının mesaisini iç eder.
Yani karınca kararınca da olsa, pek çok insan, elindeki imkanlarla diğerinin hayatını cehenneme çevirmeye çalışır hale geldi memlekette.
Mutsuzluk, hınçla birleşip kolay patlayan bir silaha dönüşerek “ötekine” yönelmeye başladı.
Kendini, insanları, yaptığı işi sevmeyen ve iş ahlakı, saygısı olmayan çalışanlardan başka ne beklenir ki?
BU YIL KİTAPLARLA MÜNASEBETİMİZ NASILDI?
“Kütüphaneler Haftası”ndayız.
Adettir, her yılın bu haftasında bir takım rakamlar verilerek, kütüphane üyeliği konusunda Avrupa’yla aramızda mukayese yapılır.
Aslında mukayese yapmayı gerektirecek çok bir şey yok.
Dünyanın ilk kütüphanelerinin kurulduğu topraklarda yaşıyoruz.
Bununla birlikte, facebook ve whatsapp’ı saymazsak, okumakla irtibatımız son derece zayıf.
Bu tarz konularda istatistiklerin sağlamasını kendi çevreme bakarak yaparım.
Mesela evinde kütüphanesi olan kaç tanıdığım var?
Kitaba ayda ne kadar para ayırıyorlar?
Veya otobüste, metroda, kafelerde rastladığım kitap okuyan insan sayısının oranı ne?
Tanıdığım kaç kişinin kütüphane üyeliği var ve kaçı ders kitapları haricinde kütüphanelerden istifade ediyor?
Sağlamayı örneklem bir çevrede yapınca, Fransa’da kütüphanelere kayıtlı üye sayısının otuz milyon, yani bizimkinin neredeyse on katı olmasına şaşırmıyorum doğrusu.
Örneğin İstanbul’un en kalabalık ve en pahalı caddelerinden birinde tanınmış bir kitapçının ancak altı ay barınabildiğine şahit oldum.
Kapanır kapanmaz da yerine bir kozmetik mağazası açılıverdi.
Ne bildiğimizi, nasıl göründüğümüz kadar önemsemedikçe bu tablo değişmeyecek…
Velhasıl…
Türk halkı olarak okumuyoruz çünkü biz zaten biliyoruz!
Neden okuyalım ki?