Değerli okuyucular, Türkiye olarak gerçekten çok zor günlerden geçiyoruz. Ülkemiz diğer ülkeler gibi tehlikeli bir virüsle boğuşuyor. Bu stresli günlerde biliyorum olumlu düşünmek zor, Ancak ben bu hastalıkla geçen zor günleri atlatacağımıza tüm kalbimle inanıyorum. Günümüz insanı yani bizler büyük ölçüde sezgilerine yabancılaştı. Gerçek özümüzden uzaklaştık, başka insanların yaptıklarını yapar olduk. Başkaları tarafından beğenilme kaygımız çok fazla… Birileri bizi beğensin diye davrandık, bazen de başkalarının isteklerine boyun eğdik. Biz ne istiyoruz belki de unuttuk. Bazen kişiler bütün enerjisini kariyerine verir, işkolik olur, başka şeylerle ilgilenmez. İşini sevmek çalışmak iyi ama hiçbir alan bu yükü tek başına kaldıramaz. Yaşamın anlamını, o boşluk duygusunu tek bir alanda telafi etmeye çalışıyorsak yani anlamı tek bir yöne yüklüyorsak, gerçekten işimiz zor demektir. Çünkü, günün birinde işimizi kaybedebiliriz; ki bugünlerde sevdiğimiz işlerimize bile gidemiyoruz.
Bu izolasyon günlerinde, kendimizle daha çok baş başa kaldık, kendi iç sesimizi daha çok dinliyoruz. Bunu yaparken kendimizi acaba gereksiz yere yargılıyor muyuz, yoksa kendimizi olduğu gibi kabul edip şefkat mi gösteriyoruz? Kendimize nasıl muamele ediyoruz, nasıl davranıyoruz? Bu konuyu değerli Engin Geçtan o kadar güzel açıklıyor ki; “İç dünyadaki kargaşa dış dünyadaki kargaşadan daha beterdir.” Belki de kendimizi kötü hissettiren dış olaylar değil, kendimiziz. Biz hep mutluluğu dışarıda arıyoruz. Belki de şu sıralar kendi iç sesimize, kendimize odaklanma zamanı gelmiş olabilir.
Hayatımıza bizi her anlamda kısıtlayan yabancı bir virüs nüfuz etti. Çoğu kişi belki de korona öncesinde işinden, erken kalkmaktan, maaşının yetersizliğinden, metrobüslerin çok kalabalık olmasından, hayatının monotonluğundan şikayetçiydi. Ama şimdi ne işimize gidebiliyoruz ne de gezmeye gidebiliyoruz.
Biz bu izolasyon sürecinde aslında kendi varoluşumuzu sorguluyoruz. Peki bizim salgından önceki hayatımızın yaşamak istediğimiz hayatınız olduğundan emin miyiz? Bununla yüzleşiyor olabilir miyiz.? Ya performans odaklı birlikteliklerin yerine, gerçek yakınlıklar alıyorsa? Sosyal ortamlarınız ne kadar içtendi? Kaç tane arkadaşınızı bugün halen aramak istiyorsunuz? Gerçekten gene onlarla beraber olmak istiyoruz. Varoluşçuluk bize bu soruları sorduruyor. Varoluşçu akımda balon kavramı diye bir kavram var. Biz adeta uçan bir balondayız, ellerimizde bavullar var. Ama uçan balon bizi aşağıya çekiyor. Neler bize yüktü acaba? Hangi bavulu atmamız iyi olur, hangi bavulu tutmamız iyi olur? Salgın bize bunları düşündürdü. Biz kimleri, hangi alışkanlıkları yanımızda götürmek istiyoruz, hangi yaşantıları hangi alışkanlıkları atmamız lazım?
Varoluşçu yaklaşımın ele aldığı başka bir kavram var özgürlük... Ben bütün seçimlerimde özgürüm, özgürlüğüm aynı zamanda sorumluluk getirir. Ne yapacağımdan sorumluyum demek, mutlu hissetmemden, iyi oluşumdan da sorumluyum demektir. Yani ben iyi olma konusunda kendimi değiştirebilecek tek kişiyim. İşte varoluşçu yaklaşım bize kurban rolü oynamaktan vazgeçmemizi söylüyor. “Beni mutsuz ettin, senin yüzünden böyleyim. Bu salgın yüzünden ben böyle kötü hissediyorum. İnsanlar beni böyle yaptı.” İşte bunların her biri aslında sorumluluktan kaçıştır. Bizler sorumluluktan kaçtıkça da yaşamdaki kaygılar bizim peşimizi bırakmamaktadır.
Psikolojik sağlamlığı yüksek olan kişiler, bu izolasyon sürecini daha rahat ve üretken geçiriyorlar. Bu süreci kendini keşfetmek, ilgi ve yeteneklerini açığa çıkarmak, kendi varoluşunu sorgulamak adına bir şeyler yaparak geçiriyorlar. Psikolojik sağlamlığı yüksek kişi demek kişinin kendini sevip değerli bulması demektir. Ama kendimiz olmak bize zor geliyorsa, başkalarına hep benzemeye çalışıyorsak ya da kendimizi başkasıyla tanımlamaya çalışıyorsak kendimiz olmaktan kaçıyoruz demektir.
Korona günlerinde düşünce yapınız ve hayata bakış açınız da, psikolojik sağlamlığınız için çok önemlidir. Olumsuz düşünen ve bakış açıları olumsuz olan insanlar, daima “niçin” diye sorarlar ve sorunları görürler. Fırsatlar kapılarını çaldığında da tokmağın sesinden rahatsız olurlar. İyimser ve olumsuz insanlar ise “nasıl” sorusunu sorarlar, daima çözüme odaklanırlar.
Zihniniz bir bahçeye benzer; olumlu düşünce, iç konuşma, hayal ve telkinlerle onu beslerseniz başarı ve mutluluk sizin olacaktır. Endişe ümitsizlik, korku ile beslenirseniz, bunlar adeta zehirli atıklar gibi sonuç doğuracaktır. O yüzden, bir tek olumsuz düşüncenin zihninize yerleşmenize izin verme lüksünüz yoktur. Zira Mevlana’nın deyişiyle, “Sen kötü düşünceyi zehirli, tırnak gibi bil. Bu tırnak derinleştikçe canın yüzünü tırmalar.”
Yine Mevlana, olumlu düşünme hakkında şöyle anlatıyor; olumsuz duygularınızı güneşi engelleyen bulutlar gibi görün. Güneşin er geç kendini göstereceğini hatırlayın.
“Üzüntü gam düşüncesi kalbine geldiği zaman, sen onu gülücüklerle karşıla. Bil ki üzüntü, gam geçici bir buluta benzer. Dikenden gül bitiren, kışı da bahara döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir. Kabuğu kırılan sedef, üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır. Bulutlar ağlamasa, yeşillikler nasıl güler? O halde, ezeldeki uçsuz bucaksız gül bahçesini hayal et de, ona bak. Şimdi ayağını yaralayan şu dikene bakma! ….
Bu korona günlerini güzel fırsatlara çevirebilmeniz duasıyla Allah (c.c)’a emanet olunuz.
Kaynak: Bu yazının bir bölümünde Dr. Psk. Dnş. Özlem Haskan Avcı’nın söyleşisinden alıntı yapılmıştır.