“Kul” olmak ile “Hür” olmak arasında ne gibi bir bağlantı var? Hayatımız bu iki kavram üzerinde şekilleniyor desek yanlış demiş olmayız. Yani yazının sonucunu, ta baştan söyleyecek olursak, ne kadar “Kul” isek o kadar “Hür” ve “Özgür” üz.
Yolunda seyreden trenin, rayından çıktıktan sonra artık nerede duracağını, ne yapacağını, etrafa ne kadar zarar vereceğini kestirmek zordur. Onun için yerin, göğün sahibi olan, bizi yaratıp besleyen, bizleri her an gözetip kollayan Allah’a kul olmayıp secde etmeyen kişi ne yapacak ve kime secde edecek?
Sebeplere takılıp kalacak ve menfaat gördüğü her şeyin önünde eğilecek. Başka alternatifi yoktur. Çünkü insan fıtratı, secdesiz rahat edemez. Neden? Çünkü insan, sonsuz aciz ve fakir bir mahlûktur. Hatta diyebiliriz ki mahlûkatın en acizidir. Acizliğinin derecesi ihtiyaçları derecesindedir. İhtiyaçları da sonsuza baktığından, onları karşılayabilecek veya karşılayabildiğini düşündüğü varlığa bütün benliğiyle yapışacaktır. Adeta onun kulu ve kölesi olacaktır. Yani ya yaratana kul olacak ya her şeye…
Bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin sözünü söylemeden geçemeyeceğim. Diyor ki hazret: “Allah’a kul olana her şey musahhardır. Olmayana her şey düşmandır.” Ufak bir hareketten çekinip korkan insanı, korkulmaya değmeyen şeyler onu çok rahatsız eder. Adeta hayatını zindana çevirir. Ya isyan eder ya intihar eder.
Her şeyi ve her şeyimizi yaratan Allah, bizleri özgür ve hür bırakmıştır. Bu özgürlüğün altında müthiş bir “sorumluluk” olduğunu görelim ve bilelim. Mesela ezan sesini duyduğumuzda hemen iç dünyamızda mücadele başlar. Acaba şeytanın istibdat ve tahakkümü altına mı gireceğiz, yoksa ona rest çekip “Biz Abdullah’ız (Allah’ın kulu) O’nun emrini dinleriz” mi diyeceğiz?
Bu çatışma ve çarpışma sadece ezan okunduğunda değil hayatın her safhasında cereyan eder. Sokağa çıktığımızda, televizyon seyrederken, gazete okurken, okula gittiğimizde, iş yerimizdeyken velhasıl her zaman ve her yerde “kul olmak” ile “hür olmak” dengesini unutmamalıyız. Bir an unutursak kalbimizde oluşacak olan o lekeyi önemsemez isek, o yol küfre kadar gider.
Yaşadığımız sürece “iç dünyamızda her an her şey olabilir” düşüncesiyle hareket edeceğiz. Cennet ile cehennemi garanti görmeyeceğiz ve bilmeyeceğiz. İkisi arasında olacağız. Yani Havf(Korku) ve Reca(Ümit) ortasında bulunacağız.
İşin özü, bu hayatta ve şu keşmekeş dünyada bizler, Allah’a ne kadar kul isek diğer varlıklara karşı o kadar hür’üz demektir. Bir memleketin hakimine itimat edip güvenen kişi, onun saltanatının hükmettiği yerlerde hiç kimseden korkar mı?
O halde bu dünyada en önemli işimiz, bu yerlerin sahibini ve hakimini bulmamızdır. Şu dünyayı bizlere bir saray ve misafirhane, güneşi bir soba ve lamba, ayı bir kandil yapan hakimlerin hakimine güvenelim ve yaslanalım. Dünyadan rahat bir şekilde göçelim, kabirde istırahat edelim ve cennete uçalım…
Sevgiler, saygılar ve hayırlı tatiller dilerim…