Temel soruları sormuyoruz, soramıyoruz artık: Kültür'ün kurbanlarıyız çünkü.
KÜLTÜR: İNSANIN TABİATA VE İNSANA SALDIRISI
Kültür, gerçekte, insanın insana, tabiata ve hayata saldırısıdır: İnsanın ve hayatın olmadığı, varolamadığı; insanın hayatı bütün görünür görünmez boyutlarıyla duyamadığı, duyumsayamadığı; hayatın renklerini, kokularını, dokularını, katmanlarını, medcezirlerini, tadlarını, ruhunu hissedemediği, yaşayamadığı, soluyamadığı zamanların, yokoluş zamanlarının, insanın insanlığını yitirmeye ramak kaldığı kaotik ve katastrofik zamanların nevzuhûr çocuğudur kültür.
Kültür, sanıldığının aksine, insanı vareden bir “şey” değil, insanı da, insanın insanlığını da yok eden bir şeydir: İnsanın varolamadığı yerde zuhûr eder kültür.
Kültür, hayatı, yalnızca bu dünyadan, mülk âleminden ibaret gören, melekût âlemiyle irtibatını yitiren, ontolojik evsizlik felâketinin eşiğine sürüklenen insanın yapıp ettikleridir. Yıkımdır. Tabiî bir şey değil, tabiata karşı bir şeydir. O yüzden gayr-ı tabiîdir; insanı da gayr-ı tabiîleştirir kaçınılmaz olarak.
Kültür, yalnızca tabiata ve insana değil, hayata da karşıdır: Kültürün girdiği yerde/n hayat çekilir; orada hayat biter. Kültürün şekillendirdiği bir yerde, hayat, hayatiyetini yitirir ve ölür zamanla; bayatlar, ruhsuzlaşır ve mekanikleşir: Böylelikle plastik, gösteri, görünen, yapaylık, ayartı ve nicelik hükmünü ve hükümranlığını ilan eder orada.
TABİATLA İNSANIN “KARDEŞLİĞİ” YOK EDİLDİ
Oysa önceleri, kadîm zamanlarda, tabiatla hayatın ve insanın barışık olduğu, “kardeşlik” tesis ettiği anlarda, “kültür” tabiatın bir parçasıydı, bizatihî tabiatın bir işi ve işleviydi. “Kültür”, “ek-mek” demekti; hayat vermek, hayat üflemek demekti hayata. Tabiatı da insanı da vareden Yaratıcı'nın lütfuyla. Tabiat “müslim”di; Yaratıcı'nın kendisine yüklediği yükümlülükleri harfiyen yerine getiriyordu.
Ama özellikle de modernlikle birlikte, modern insan, “müslim” tabiat karşısında münkir'leşti: Modernlikle birlikte, yalnızca insan değil, kültür de tabiattan koptu; kültür de, insan da, varlıklarını tabiata karşı konumlandırdılar.
İnsanın kendisini tabiata karşı konumlandırması, aslında kendisini kendisine karşı konumlandırması, kendisini, adeta cehennem ateşinin ortasına fırlatıvermesi anlamına geliyordu; ama insan, ne yaptığını bilmiyordu; nasıl bir cinayet işlediğinin farkında bile değildi.
TABİAT “MÜSLİM”, MODERN KÜLTÜR MÜNKİR
Rönesans, tabiatın keşfiyle başlamıştı: Rönesans ressamları, Toscana'da, resmin odak noktasını, kilise ikonlarından tabiata kaydırdıkları zaman, “özgürlüğün” adı ve adresi olarak gördükleri tabiatı, dolayısıyla insanın Kilise'nin tasallutu altındaki beşerî özelliklerini ve özgürlüklerini “keşfetmişlerdi”.
Rönesans sanatçısının tabiatı keşfi, büyük bir ontolojik bunalımın ürünü olduğu için, rönesansın çocuğu modern insan, tabiatı da, insanı da bir “bütün”ün “parça”sı olarak keşfetme imkânlarından yoksundu: O yüzden, rönesans insanının tabiatı keşfi, insanın, tabiatın bir parçası olarak kendini keşfiyle sonuçlanmadı.
İnsan, tabiatı ve bizzat kendisini kontrol ve kolonize edecek bir iş yapmıştı: Tabiatın parçası olduğunu bir türlü hatırlayamadı ve çok geçmeden, önce tabiatı, sonra da hakikati ve bizatihî insanın kendisini tahrip edecek bir yolculuğa soyundu: Modern insan tanrılaştı ve tabiata “saldırdı”.
Aç kurt gibi tabiata saldıran insan, hem tabiatı dize getirdi; hem de tabiatın imkânlarını kullanarak bilim ve teknolojiyi -tarihten eşi görülmemiş çapta, azmanlıkta- geliştirdi: Artık insan tabiata hâkim olmuştu: Tabiata hâkim olarak zamanla dünyaya ve bütün kıtalara hâkim olacaktı. Görünüşe bakılırsa, artık kendi ayakları üzerinde durabiliyordu: Böylelikle yaşadığı ontolojik güvensizlik duygusunu, tabiata ve insana hâkim olmasını sağlayan araçları, güç üreten araçları geliştirerek (yani epistemolojik güvenlik alanlarını genişleterek) aşabilecekti, güya!
İşte kültür buydu: Modern kültür, küfürdü aslında: Tanrı fikrinin yitirilmesi ve insanın kendisini tanrılaştırma sürecine girmesi: İnsanın her şeyi, tabiatı, insanı bile dize getirerek kontrol etmesi ama kendi kontrolünü de kaybetmesi.
Sonuçta, bütün bu ontolojik felâket, insanın hâkim olduğu her şeyin mahkûmu olmasıyla neticelenecekti. Tabiata hâkim olarak geliştirilen modern bilim ve teknoloji, insanı köleleştirdi: Tabiatın, kendisine yapılan saldırıdan öç alması böyle gerçekleşecekti!
“KÜLTÜR”Ü YOK EDEMEDİĞİMİZ SÜRECE İNSANI VAREDEMEYİZ
Sömürgecilikle birlikte Batılılar, sömürgeleştirdikleri ülkelere tam anlamıyla bir kültürel intihar yaşattılar.
Ama daha da vahimi şu: Doğumundan ölümüne, aldığı nefesten tabiatın devr-i dâimine kadar hayatın/ın varlığını idame ettirmesinde hiçbir esaslı rolü olmayan insan, tabiatın parçası olduğunu unutmakla tabiata karşı geliştirdiği çifte saldırıyla kendini de, tabiatı da, hayatı da öldürmüştü, adına kültür denen kendi icadı nevzuhûr canavarla!
Özetle: Kültür, insanın eseri; insansa, kültürün esiri. Cemil Meriç, bu gerçeği en iyi gören parlak zekilarımızdan biriydi: Kültür değil, irfan'a dikkat çekmişti.
İrfan da insanın cehdi: Ama irfan'da tabiatın katli de, hakikatin yitirilmesi de, insanın kendi yapıp ettiklerinin kölesi hâline gelmesi ve getirilmesi de sözkonusu değil: İrfan, melekût âleminden süt emen insanın, mülk âleminde, tabiatla ilâhî bir sema yapması; tabiata, saldırılacak ve sömürülecek bir nesne değil, ibret alınacak, tabir edilecek, muarefe (karşılıklı beslenme) gerçekleştirilecek tekvînî bir âyet olduğu şuuruyla b/akması; Allah'ın tenzîlî âyetlerinin tecellî ettiği varlık dünyası olarak yaklaşması; tabiatla barışık yaşaması ulvî çabası...
O yüzden kültürü “yok edemediğimiz” sürece insanı da, hayatı da, tabiatı da “varedemeyiz”, hakikat yolculuğuna çıkamayız, diyorum. Vesselâm.