Yirmi iki yaşındaydım. Babam hapisteydi.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Bölümü’nden atılıp İstanbul’a dönmüştüm.
Evliydim, bir çocuğum vardı ve işsizdim.
Annemin yanına sığınmıştım.
Sinemayı çok severdim, babamın da arkadaşı olan, o zamanların en büyük film prodüktörlerinden Hürrem Erman’a gittim bir gün, “Sinemada çalışmak istiyorum” dedim.
Beni “ikinci asistan” olarak işe aldı.
Önce Orhan Aksoy’un yönettiği, Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı, İran sinemasından “adapte” edilmiş bir filmde ikinci asistanlık yaptım.
Film dünyası, değişik bir dünyaydı.
Doğrusu epeyce de hayalkırıklığıydı benim için.
Ben daha ışıltılı setler, daha üst düzey insanlar bekliyordum.
Soğukta, kötü şartlarda çalışıyorduk, sanatla ilgili konuşmalar hemen hemen hiç olmuyordu.
Birinci asistan “astsubaylıktan” ayrılmış bir adamdı.
Hatırladığım kadarıyla sinemanın yaratıcı kısmıyla hiç ilgilenmezdi, daha ziyade sahnelerin düzenlenmesiyle ilgiliydi.
O zamanlar Cüneyt Arkın içkiyi seven bir artist olarak tanınırdı.
Bir gün filmin yönetmeniyle sahne amirinin Arkın’ın bu filmi sarhoş olmadan bitirip bitiremeyeceğine dair iddiaya girdiklerini duymuştum.
Birkaç gün her şey düzgün gitti ve bir sabah Arkın sete içkili geldi.
Sette herkes bana mesafeli dururdu, Arkın o sabah yanımdan geçerken omzuma vurup “Ne haber komünistin oğlu” dedi ama düşmanlık yoktu sesinde, sanki dost olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Gülmüştüm, o gün de çok eğlenceli geçmişti zaten.