Biliyorum, yazmakta çok geç kaldım... Ama ne yapayım; o kadar çok “kitap” geldi ki, bir kısmını henüz okuma fırsatı bile bulamadım... Masamın üstü ve yanları, adeta “kitap tepesi” durumunda... İşin doğrusu, “kitabı okumadan ahkâm kesmek” de benim kitabımda yazmıyor... Kitabı bitireceğim ki, yazayım...
Meselâ, Sibel Eraslan kardeşimin “roman” tarzında yazdığı ve Timaş Yayınları arasında çıkan Siret-î Meryem kitabını henüz bitiremedim... Turgay Şık’ın, Akis Kitap’tan çıkan Gladyogenekon adlı kitabına da, şöyle bir göz gezdirdim, o kadar...
Dr. Ünzile Girişgin tarafından kaleme alınan ve Tahlil Yayınları arasında çıkan “Sakın Okumayın... Cıss” adlı kitabı, “çok ilginç” bulmama rağmen, sadece “konu başlıkları”na bakabildim, “çarpıcı” bulduğum bazı konuları okuyup, not aldım... Ama, “yararlanılacak” bir kitap... Özellikle “evli çiftler”in okumasında fayda var.
Mehmet Oruç’un Arı Sanat Yayınları arasında çıkan “Allah Dostlarının Örnek Hâlleri” ve Dr. Recai Yahyaoğlu’nun Nesil Yayınları arasında çıkan “Yahudi Psikolojisi” adlı kitaplarını da, şöyle bir göz gezdirip bıraktım.
Dedim ya, kitap çok,
Ama okumaya zaman yok.
İnşaallah, zaman içinde hepsini okuyacak ve onlardan alıntılar yapıp, sizlerle paylaşacağım.
BİR LİDERİN DOĞUŞU
Son günlerde; Hüseyin Besli ve Ömer Özbay tarafından kaleme alınıp, Meydan Yayınları arasında çıkan “R.Tayyip Erdoğan... Bir Liderin Doğuşu” adlı kitabı okuyorum...
Açık söyleyeyim, “Biyografi” tarzı kitaplarla pek ilgilenmem... Çünkü, bu tür kitaplar, “ünlü” birisi hakkında “çalakalem” yazılan, ünlü kişinin sırtından “köşeyi dönme” amacı taşıyan “piyasa kitapları”dır!.. İçlerinde bir “araştırma” yoktur... Bu tür “rant” amaçlı kitaplar, genellikle “ünlülerin demeçleri” ile doldurulur... Yani, “kes-yapıştır” metoduyla piyasaya sürülmüş kitaplardır.
Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ın kaleme aldığı “Erdoğan” kitabı elime geçtiğinde de; “ucuzcu bir piyasa kitabı” olduğunu düşünmüştüm.
Ama, okumaya başlayınca gördüm ki; “Erdoğan’ın bilinmeyen yönleri” tek tek araştırılmış, “olayı yaşayanlar”la görüşülmüş ve “tanıkların anlatımları” adeta bir “serüven” tarzında kaleme alınmış...
Erdoğan’ın hep yanında olan Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’ı, “esaslı bir çalışma” yaptıkları için kutluyorum...
Kendisinin yanısıra; Abdullah Gül’den Bülent Arınç’a, Cüneyd Zapsu’dan hapishanedeki koğuş arkadaşı Hasan Yeşildağ’a kadar Başbakan’ın en yakınında yer alan onlarca ismin tanıklıklarının yer aldığı kitap, Erdoğan’ın Başbakanlık dönemine kadar olan siyasi hayatının kırılma noktalarını anlatıyor.
Malûm, “herkesin bir hikâyesi” vardır... Hemen herkes, kendini anlatmaya başladığında “Hayatım roman” der... Doğrudur; herkesin bir “hikâye”si vardır, herkesin hayatı bir “roman”dır... Ama, bazılarının “yüzlerce, binlerce hikâyesi” vardır ve hayatları da “roman”lara sığmayacak birkaç ciltlik “ansiklopedi”dir.
BUGÜNLERE NASIL GELDİ?
Tayyip Erdoğan da onlardan biri... Dile kolay; RP İl Başkanlığı’ndan bu yana, tam “30 yıl”dır “benim gündemimde”... 1994’ten beri İstanbul’un, son 8 yıldır da Türkiye’nin gündeminde...
Dolayısıyla, hemen herkes; onu yakından tanımak, bilmek istiyor... Aslında ona, hem “çok yakın”ız, hem de “çok uzak”ta!..
Hüseyin Besli ve Ömer Özbay; işte bu “eksiklik”leri gidermişler kitaplarında... Bir “Erdoğan portresi” çizerlerken, aslında “biz”leri, yani “içimizden birileri”ni anlatmışlar... “Erdoğan’ın hikâyesi”ni anlatırlarken, aslında “hepimizin hikâyesi”ni anlatmışlar... Hayır, “kronolojik” olarak değil; kâh “sosyolojik” olarak, kâh “psikolojik” olarak ele almışlar Erdoğan’ı...
Hangi “badire”leri atlattı, hangi “suikast” girişimleri ve “kalleşlik”lere maruz kaldı, “hangi olayda nasıl bir tavır takındı”... Kısacası, “bugünlere” nasıl geldi...
Buyurun, “Erdoğan’ın hayatı”ndan birkaç kesit sunalım da, birlikte öğrenelim “iç dünya”sını...
ADAMINIZ “HERİF”MİŞ!
“Erdoğan’ın siyasi yolculuğu”nun “Belediye Başkanlığı Adaylığı” günlerini, halen “ticaret”le uğraşan Ahmet Ergün anlatıyor:
İstanbul İl Teşkilatı’ndan Özel Kalem Müdürü Mustafa Yüce arıyor: “Alo Ahmet Abi, biraz önce adamın biri arayıp 13.00-15.00 arası iki saat boyunca telefon ve elektriğimizin kesileceğini söyledi... Arar da ulaşamazsanız merak etmeyin.”
Akşama doğru Ahmet Ergün’ün telefonu yine çaldı: “Sabahleyin arayıp il binasında telefon ve elektriğinizin kesileceğini söylemiştim. Gördünüz... Ne dediysem o! Sizi uyarıyorum: Adamınız, derhal adaylıktan çekilecek ve bir basın toplantısıyla deklare edecek. Aksi halde... Bir sonraki uyarımız kanlı olacak!”
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığı, kimleri ve ne için rahatsız ediyordu?
Daha işin başındaydılar.
Üstelik Bedrettin Dalan, Zülfü Livaneli, İlhan Kesici gibi adayların yanında Erdoğan’ın seçimi kazanma ihtimali şöyle dursun, esamesi bile okunmazdı. Birilerinin, Tayyip Bey’in adaylıktan çekilmesini istemesi için, medyanın ya da kamuoyu yoklamalarının görmediği bir şeyi görmüş olması gerekiyordu.
Yaklaşan tehlikenin adı:
Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Erdoğan ve arkadaşlarının gün boyu içlerini karartan kasvet, aldıkları acı haberle doruğa ulaşmıştı.
Samandıra seçim bürosu bombalanmış, bir kişi olay yerinde hayatını kaybetmiş, yaralılar hastaneye kaldırılmıştı.
Olay sonrası Kartal Devlet Hastanesi’ne vardıklarında, Ahmet Ergün’ün telefonu çalıyordu. Telefonun ucundaki ses: “Kan akacak demiştim, kaale almadınız. Bu son ikazım!.. Bu gece bir programınız daha var. Adayınıza söyleyin, vazgeçsin. Yoksa konuşma esnasında vurulacak” diyordu.
Ne yapacaklarını düşünürken, Reis’in sesiyle kendilerine gelirler:
“Arkadaşlar, herkes görevinin başına! Devam ediyoruz!”
Konuşma, bir minibüsün üstünde yapılacak. Gönüllü arkadaşları kendilerini Reis’e siper ederken, içlerinde silah taşıma ruhsatı olanlar, pompalı tüfeklerle, eller tetikte, etrafı kolluyor...
Öylesine gerginler ki, kazara çocuğun biri maytap patlatsa, kıyamet kopacak! Kısa tutulan konuşmanın ardından program sona eriyor.
Reislerini evine ulaştırmak üzere yola çıkmaya hazırlanırken, telefon yine çalıyor:
“Gece, henüz bitmedi!” diyor telefondaki ses; “Eve varıncaya kadar kat edeceğiniz uzun bir yolunuz var...
Ensenizdeyiz.”
Reisleri, tartışmaları dinliyor ve nihai kararını açıklıyor; “Korkunun ecele faydası yok... Eve gidiyoruz!”
Dönüş güzergahında, Kısıklı Caddesi’nden eve gidecek yola girildikten sonraki ilk 100 metrelik bölüm çok tehlikeli. Arkadaşları koruma görevini üstlenip, makam aracını ortaya alıyor. Reisleri arkada, Mustafa Erdoğan’ın aracında. Makam aracına Erdoğan’ın yerine başka bir arkadaşı otururken, yol bitmek bilmiyor.
Sağ salim eve ulaştıklarında, terden sırılsıklam vaziyette, herkes bulduğu bir iskemleye yığılmışken, odanın sessizliğini parçalayan telefonun öbür ucundaki ses, Ahmet Ergün’e şöyle diyor:
“Adamınız herifmiş.
Adaylığı hayırlı olsun!”
Evet, “aday” olmuştur Erdoğan...
“Kuvvetli rakip”lerine rağmen, seçimi kazanmış ve artık “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı” olmuştur... Birkaç yıl içinde de; hem “hava kirliliği”, hem “susuzluk” ve hem de “çöp” sorununu çözmüş, İstanbul’u, “İstanbul” yapıp, halkın gönlünde taht kurmuş...
ARTIK “MAHKÛM BAŞKAN”DIR
Ya sonra?..
Erdoğan, Siirt’ten aldığı bir davet üzerine 12 Aralık 1997 tarihinde katıldığı açık hava toplantısında bir konuşma yapmıştır.
Konuşmasında okuduğu Ziya Gökalp’e ait bir şiirden dolayı, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinde belirtilen ‘Halkı din ve ırk farklılığı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek’ suçunu işlediği iddiasıyla, hakkında Diyarbakır DGM’de dava açılır.
Bu arada RP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır.
5 Kasım 1998 tarihinde Danıştay, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı da düşürür. 10 ay hapis cezası alan Erdoğan 4 yıl 7 ay 5 gün başkanlık yaptığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan, 6 Kasım 1998 tarihinde sıradan bir vatandaş olarak ayrılır.
Erdoğan’ın belediyeden ayrılışı sessizce gerçekleşir. Bir-iki yakın çalışma arkadaşıyla beraber, önceden toplanmış ve kolilere yerleştirilmiş olan kişisel eşyalarını da alarak makamından ayrılır.
Artık o, “mahkûm başkan”dır!..
“İŞİNİ HAPİSTE BİTİRECEĞİZ!”
Ardından, “cezaevi” günleri...
O günler, artık “siyasi hayatı bitti” denilen, “muhtar bile olamayacağı” söylenen günlerdir!..
Ama yine de, “birileri” kararlıdır, “onun işini hapiste bitirecekler”dir!..
Ne var ki;
“Birilerinin bir hesabı” varsa, “Allah’ın da bir hesabı” vardır... Hasan Yeşildağ, Erdoğan’ın işinin “hapiste bitirilme” plânını “tesadüfen”(!) öğrenir ve arkadaşlarıyla birlikte gerekli tedbirleri alır... “Karşılıksız çek kesmek”(!) suçundan kendisini içeri attırır.. Amaç, Erdoğan’ı hapiste korumaktır... Yani, “sinsi plân” işte böyle akamete uğratılır...
“BEN YELEĞİMİ GİYDİM!”
Artık, “cezaevinde son gün”e gelinir...
Hâlâ endişe ve korku vardır...
Ya, bir şey olursa?!?..
Tayyip Erdoğan’ın, Pınarhisar Cezaevi’ndeki son günüydü. Dört aylık mahkûmiyet gece saat 24’te tamamlanmış oluyordu. Çıkış hazırlıkları başlamıştı.
Mustafa Gündoğan, “Başkanım” dedi;
“Hamdolsun bu da bitti. Hiç ara vermemiş gibi yolunuza devam edeceksiniz. Ve inşallah bir gün bu ülkenin Başbakanı olacaksınız. Lâkin biz o gün yanınızda olmayacağız.”
Tayyip Bey gülümseyerek;
“Bak Mustafa” dedi. “İşte sana söz. Eğer bir gün Başbakan olursam, ilk görüşeceğim kişi sen olacaksın.”
Öyle de olur!..
Saatler 12.00’yi gösterirken, hapishane içindeki bütün ışıkların birden söndüğü görüldü. Savcı, Erdoğan’a suikast yapılacağı ihbarı almış, tedbir olarak hapishane karartılmıştı.
Tayyip Bey’e çelik yelek giydirilmesi ve tahliyenin arka kapıdan yapılması kararlaştırılmıştı. Erdoğan, çıkışın arka kapıdan yapılacak olmasına ses çıkarmadı; fakat çelik yelek giymeyi de bütün ısrarlara rağmen kabul etmedi.
İki rekat şükür namazı kıldıktan sonra, yanında duran Hasan Yeşildağ’a döndü:
“Ben yeleğimi giydim! Çıkabiliriz...”
UZAN’IN RANDEVU TALEBİ
“Zindan hayatı” bitmiş, Tayyip Bey, “yeni bir parti” kurmaya karar vermiştir... Onda “umut” gören herkes etrafını kuşatmış, bir şekilde ona “yakın” olmaya çalışmaktadır... Bazıları “fikir”lerini konuştururken, bazıları da “para”larını konuşturmayı denemiştir.
Bunlardan biri de Cem Uzan’dır...
Faruk Koca anlatıyor:
“Cem Uzan bir-iki kez telefon açıp Tayyip Bey’le görüşmek istediğini söylemişti. Sonuç alamayacağını anlayınca, kalkıp Yıldız’daki büroya gelmiş. Ciddi miktarda bağışta bulunmak istiyordu. Durumu Tayyip Bey’e ilettiğimde kendisine randevu vermediği gibi bağış yapma talebini de reddetti.”
ABDULLAH GÜL’ÜN JESTİ
Kitap, “Erdoğan’ın hayat hikâyesi”ni, “Başbakan” olana kadar getiriyor... “Siyasi hayatı bitti... Artık muhtar bile olamaz” denilen Erdoğan, Siirt’te yapılan seçimlerden “milletvekili” olarak çıkmış, 11 Mart 2003 tarihinde “milletvekilliği andı” için Meclis’e gelmiştir...
AK Parti Milletvekilleri; “lider”lerini çılgınca alkışlamakta ama büyük çoğunluğu, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır.
“And içme” töreninin ardından, Başbakan Abdullah Gül, kendi yakasından çıkardığı “milletvekili rozeti”ni Tayyip Erdoğan’ın yakasına takar...
Bu, “gayriresmî bir devir-teslim”dir!..
Aynı gün, Abdullah Gül, “hükümetin istifasını” Köşk’e sunar...
“Yeni Hükümeti kurma” görevi, Tayyip Erdoğan’a verilmiştir!
Erdoğan, doğruca AK Parti Genel Merkezi’ne gelir...
Ortalık ana-baba günüdür... Alkışlar, hıçkırıklar ve gözyaşları birbirine karışır...
Öyle ya; yıllardır süren “demokrasi” mücadelesi, biraz gecikmeyle de olsa “halk iradesinin tecellisi” ile sonuçlanmıştır.
“Siyasi hayatı bitti!.. Artık muhtar bile olamaz” denilen Tayyip Erdoğan, işte şimdi “Türkiye’nin Başbakanı” olmuştur!..
Kutlamalar bitip, ortalık biraz sakinleşir gibi olunca, Tayyip Erdoğan, “Arkadaşlar!” diye seslenir odada bulunanlara:
“Beni biraz yalnız bırakabilir misiniz?”
Sonra Mustafa Gündoğan’a dönüp, eliyle işaret eder:
“Sen kal!..”
Ona, “vefa”sını göstermiştir!..
=================
CHP-BDP ittifakı mı?
Yeni bir gelişme değil ki... Bunu, daha önce de yaptılar... 20 yıl önce de “CHP-HEP ittifakı” kurmuşlardı... Şimdi de, “CHP-BDP ittifakı”na yeşil ışık yakıyorlar... Hayır, “yeşil ışık yakma” da değil; bunu resmen ve alenen “deklare” ediyorlar: “CHP ile ittifak yapıp, bir sol blok oluşturabiliriz!”
BDP kanadı böyle... Peki, CHP kanadı ne düşünüyor?.. Öyle anlaşılıyor ki; CHP kanadı da, bir “BDP açılımı” yapma eğiliminde...
Sanıyorum, “Bayramlaşma” görüntüsü altında, “ittifak” durumunu görüşecekler!..
Ancak ben, böyle bir “ittifak”ın gerçekleşme ihtimalini son derece zayıf görüyorum... Hayır, “olamayacağından” değil, Kılıçdaroğlu’na güvenmiyorum... Çünkü Bay Kılıçdaroğlu, bugüne kadar “ağzından çıkan hiçbir söz”ün gereğini yerine getiremedi, yani altını dolduramadı... Hemen her sözüyle, birilerinin ağzına “bir parmak bal” çaldı, ama gerisi gelmedi!..
Dolayısıyla, BDP’liler, pek fazla ümitlenmemeli... Umutla yola çıkıp, yarı yolda kalabilirler... Haa, Kılıçdaroğlu, böyle bir “ittifak”a yanaşmaz mı?.. Elbette yanaşır!.. “CHP’nin yüzde 20’lere gerilediğini” görürse, ittifakı, kendisi ister!..
Ama, yine de Kılıçdaroğlu’nun sözüne güvenip de yola çıkmamalarını tavsiye ederim... Onun ipiyle kuyuya inilmez!.