Gerçi Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşim önceki gün yazdı ama, tam yerine rast geldiği için, bir de ben yazayım dedim... Yazayım ki; Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz diyen bir adamın, solcuları da hiç tanımadığı görülsün... Efendim; işbu solculardan Uğur Mumcu, insanların fikir sahibi olmadan önce, bilgi sahibi olmalarını öğütler ve der ki; Fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olun!
Aksi halde; atmasyon başlar!..
Atmasyon başladığında da; sergilenen cahilliklere ya gülmekten kırılırsınız; ya da vah ülkem der, oturup ağlarsınız!..
BAŞBAKAN ERBAKANA MEKTUP!
40 yıllık siyasî hayatı boyunca sağcı görünen ama solculara hizmet eden Süleyman Demirel; bir Cumhurbaşkanı olarak, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakana gönderdiği bir mektupta demiş ki;
Yazar Abdurrahman Dilipakın Akit gazetesinde yayınlanan bir yazısından dolayı 5816 sayılı Atatürk Hakkında İşlenen Suçlar Hakkında Kanuna muhalefet suçundan İstanbul Cumhuriyet Savcılığınca 28.07.1992 tarihinde İstanbul 4. Asliye Ceza Mahkemesinde dava açılmış ise de, sanığın sorgusu dahi yapılmadan mahkeme hakimi Mustafa Kutluk tarafından adı geçen hakkında 02.09.1992 tarihinde beraat kararı verilmiştir.
Bu yazıyı okur okumaz, o hikâye geliverdi aklıma!.. Gayet iyi bildiğiniz o hikâye!..
HANGİ BİRİSİNİ DÜZELTEYİM?
Bir sohbet esnasında adamın biri, topluluktakilere demiş ki,
Bir keşiş, deniz kenarında, tam kızını kurban edeceği sırada Mikail adlı melek gökten bir keçi getirdi...
Sohbette bulunanlardan biri, dayanamayıp patlamış:
Be adam demiş;
Şu söylediklerinin hangisini düzelteyim?.. Bir kere; o kişi, keşiş değil, Hz. İbrahim Peygamber idi!.. Orası, deniz kenarı değil, dağlık arazi idi!.. Kızını değil, oğlu İsmaili kurban edecekti... Meleğin adı Mikail değil, Cebrail Aleyhisselam idi... Gökten inen de keçi değil, koyun idi!
Demek oluyor ki;
Bir insan, yarım yamalak bilgiye değil, tam bilgiye sahip olmalı!.. Ya da, susmalı ki, komik durumlara düşmesin!..
Bu hikâyeyi Demirele ve Erbakana gönderdiği mektupa uyarlayacak olursak, şöyle diyebiliriz;
- Senin Akit dediğin gazetenin adı Vakit olmalıdır... Çünkü, 12 Eylül 1993te yayın hayatına atılan gazetenin adı Akit değil, Vakittir!..
- 28 Temmuz 1992de soruşturmaya uğrayan yazının Vakitte yayınlanması mümkün değildir!.. Çünkü Vakit, 12 Eylül 1993te yayın hayatına atılmıştır!..
- 1992de soruşturmaya uğrayan bir yazı, 1993te nasıl yayınlanmış olur acaba?..
- Kaldı ki; o yazı Vakitte yayınlanmadığı gibi, Abdurrahman Dilipak tarafından da yazılmamıştır!..
- Çünkü o; bir yazı değil, kitaptır!.. Kitabı yazan da Dilipak değil, Dr. Rıza Nurdur!..
- Bu kitaptan dolayı açılan dâvâ da 4. Asliye Cezada değil, 2. Asliye Cezada açılmıştır!..
Gördünüz ya;
Bir insanın, her zaman 10 parmağında 10 marifet olmuyor!..
Bazen, Demirel gibilerin 1 cümlesinde 10 yanlış bulunabiliyor!..
Hem öyle yanlışlar ki;
Neresini düzelteyim? cinsinden!..
O yazı, öyle eğri ki;
Deveden farksız!..
Yani, eğri olan, sadece boynu değil!..
Neresi doğru ki?..
1997DE 29 ŞUBAT YOKTU!
Aslında, Demirel; beyni dinç, hafızası dipdiri biri olarak bilinir... Ama, yukarıdaki olayda; ya bir önyargı var, ya da beynin sulanmaya başlaması gibi bir yaşlılık problemi!..
Ya da, Uğur Mumcunun işaret ettiği gibi; Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi bir garabet!..
Demirel, iyice yaşlanmaya ve bu yaşlılıktan dolayı hafıza problemi yaşamaya mı başladı acaba?.. Yoksa, verdiği örneğin her olaya uyacağını mı düşündü bilinmez, geçenlerde saçmalamış yine!..
Hani, zaman zaman; 11 Eylüle kadar oluk oluk akan kan, 12 Eylülde nasıl kesildi?!? diye sorup, kafalarda istifham oluşturmaya çalışan bir sözü vardı ya; bunu 28 Şubat darbesi ile ilgili olarak kullanmış!..
Ama, yanlış kullanmış!..
Meselâ, demiş ki;
28 Şubatın neresi darbe?!?..
29 Şubatta hükümet var mı?
Var.
29 Şubatta parlamento var mı?
Var.
- 29 Şubatta anayasa var mı?
Var.
29 Şubatta herkes yerinde mi?
Yerinde.
E bunun neresi darbe?
11 Eylülde oluk gibi kan akıp da, bunun 12 Eylülde nasıl durduğuna dair benzetmeyi; kalkar, 28 Şubat için de yapmaya kalkarsan, bu komedi, Arşiv sayfamız editörünün gözünden elbette kaçmaz ve soruverir sana;
Heeyy Süleyman Bey!.. 1997nin Şubatında 29 var mıydı ki; 29 Şubatta Hükümet olsun?!?..
Çünkü efendim; 1997nin Şubat ayı 29 değil, 28 çekti!!!
SAVUNMA MI, SUÇLULUK PSİKOLOJİSİ Mİ?
Cüce Şubatın, 9 saat süren en uzun MGKsından birkaç ay sonra, aynı Demirelin 28 Şubatın içinden biri olarak neler yaptığını, Refahyol iktidarına nasıl bir son darbe indirdiğini ve böylece postmodern darbenin nasıl bir gerçek darbeye dönüştüğünü hepimiz biliyoruz!..
Hem de;
Dilipak olayında olduğu gibi; önyargılı tavırlarla, bilgi cahillikleriyle ve milletin inancına yönelik topyekûn savaşlarla!..
İyi de;
Bütün bunlardan dolayı, Bay Demirel, niçin bu kadar kendini savunma ihtiyacı hissediyor?..
Kendini ve elbette 28 Şubatı, bu kadar korumaya çalışmasının sebebi ne ola?.. Bu tavır, suçluluk psikolojisinin dışavurumu mudur, yoksa 28 Şubatı savunarak, kendini aklama çabası mı?..
Bildiğim kadarıyla;
Cumhurbaşkanları, vatana ihanet dışında hiçbir suçla suçlanamazlar!..
Peki, 28 Şubat kararları Vatana ihanet eden kararlar mıdır ki, Demirel onları savunuyor ve dolayısıyla 28 Şubattaki kendi rolünü aklamaya çalışıyor?..
Zamandan Mustafa Ünal, Demirelin bu tavrını kan çekmek olarak yorumlayıp, demiş ki;
Demirel dışında 28 Şubatı savunana rastlamadım. Eleştirilerin odağındaki İsmail Hakkı Karadayı ve Çevik Bir gibi isimler ise sessizliğe büründü.
Onlar susarken Demirel niye konuşuyor sorusunun cevabı belli; kendisini temize çıkarmak.
Aslında o da doğru yerde durmadığının farkında. 28 Şubata konuşmadan duramamasının nedenini tahmin etmek güç değil.
Malum, Katilleri kan çeker diye bir söz var. Suçlu olay mahallinde dolaşmaktan bir türlü kendini alıkoyamaz. Hep çevresinde dolanır.
Katil psikolojisi bu, uzaklaşmak istemez.
Demirelin 28 Şubatı savunmaktan geri duramamasının sebebi de, bu psikoloji olmalı.
Acaba, böyle midir?..
Demirel, bir katil psikolojisi ile mi savunmaktadır 28 Şubatı?..
Yoksa; Malatyadaki Zirve Yayınevindeki cinayetle, Zirveye vuran Ergenekon Terör Örgütüne yönelik suçlamaların Çankaya Zirvesine ulaşmasından mı korkmaktadır?..
Öyle ya;
Yanlışların, yamukların ve eğriliklerin hesabının nasıl sorulacağını en iyi bilenlerden biri de Demireldir!..
Demirelin icraatları ise;
Yanlış ve yamuk doludur!..
Dilipak olayında olduğu gibi!..
===========
Ülkeler ve tavırları!
Farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, şehir merkezinde bir kafeye gitmişler ve birer kola ısmarlamışlar. Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu görmüşler.
İngiliz, yeni bir bardakta, yeni bir kola istemiş.
İsveçli, aynı bardakta, yeni bir kola istemiş.
Finlandiyalı, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş.
Rus, kolayı sinekle birlikte içmiş.
Çinli, sineği yemiş, kolayı içmemiş.
Yahudi; sineği yakalayıp, Çinliye satmış.
Yunanlı; kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek, yeni bir kola istemiş.
Norveçli; kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği, balık yemi olarak kullanmış.
İrlandalı, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngilize içirmiş.
Amerikalı, kafeye tazminat dâvâsı açmış ve 10 milyon dolar kazanmış.
Türk ise, olayı şiddetle kınamış!..
Çeşitli ülkelerin tavrını ve kınamaktan öteye gitmeyen Türk dış politikasını anlatan bu fıkra, Başbakan Erdoğanın Davostaki One Minute diyerek sergilediği dik duruşla, ezberleri bozdu!.. Bakalım, aynı fıkra, bundan böyle nasıl anlatılacak?..