Ruh ve beden arasında nasıl bir ilişki varsa, “din” ile “dil” arasında da böylesi bir bağ vardır. Her dinin bir dili vardır ve o dil, insanları şekillendirir. Dinsiz bir toplum tasavvur edilemez. Tanrıya inanmıyorum diyen de kendi aklını tanrı edinmiştir…
İslam dininin “Türk kimliği” üzerindeki etkisini araştırırsak, “dil” ve “din” ekseninde bu etkileşimi bariz bir şekilde görürüz. Millet olarak “Türkçe” konuşsak bile, İslam’ın dili olan “Arapça” bizim için ruh kökenimizdir...
Okullarımızda Kur’an ve Hz. Peygamberin hayatının(Siyer) seçmeli ders olarak konulması bu bağlamda çok önemli!
Batı’nın gözünde “Türk” denilince akla “İslam” veya “Müslüman” gelmektedir. Öyle olmasaydı bu gün Bulgarlar ve Macarlar, “Türk” diye anılırdı. Türk olmalarına rağmen, “Türk” diye anılmayışları veya en azından kendilerini Türk diye tanımlamamaları, Müslüman olmayışlarındandır. Demek ki “din”; milleti millet yapan değerler manzumesinde en önemli ayıraçtır.
Dünya Türklerinin kahir ekseriyeti, Türklükle Müslümanlığı özdeşleştirmiştir. Arapça’yı da kendilerine “inanç referanslı bir dil” olarak kabul etmişlerdir. “Beden dilimiz Türkçedir” dersek, “ruh dilimiz de” Arapçadır…
Türkçenin eklemeli bir dil olması, diğer dilleri de potasında kolayca eritme özelliğini ortaya koyar. Bu dildeki zenginliği ve dinginliği gösterir. Bu özelliği ile en çok Arapça kökenli kelimeler Türkçeleşmiştir. Bu oran, Türkçenin %40’ı civarındadır, ardından Farça, Fransızca ve diğer diller gelmektedir…
Türkler; İslam’ın Arapça öğretileriyle “yeni bir kimlik kazanmış oldular” diyebiliriz…
Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra nasıl bir kimlik kazandıysa, Türkler de aynı şekilde Müslümanlıkla kendilerine yeniden bir “kimlik” inşa etmişlerdir. Bir iletişim aracı olarak Arapça, bu kimliğin “ruh dilini” oluşturur…
Batılı oryantalistler, Arapçanın Müslüman halklar üzerindeki etki alanını çok iyi bilirler. Kuran dilini ortadan kaldırmak isteyen Siyonistlere karşı, bin küsur yıllık Ezher Üniversitesi her daim set olmuş ve bütün İslam coğrafyasında “Fasih Arapçayı”, yani Kuran Arapçasını muhafaza etmiştir. Siyonistlerin “Fasih Arapçayı”, halkın konuşma dili olan “avamiceye” dönüştürme gayretleri hala sürmektedir. Bu bağlamda Kahire’deki Amerikan Üniversitesi Arapçayı dönüştürmeye dönük önemli çalışmalara imza atsa da, bu gayretlerinde başarılı olamıyor. Başta Ezher üniversitesi buna müsaade etmez ve etmeyecektir…
Ezher Üniversitesi, Fasih Arapçayı bütün dünya Müslümanlarına “ortak dil olarak” sunarak Kuran’ı muhafaza etmiştir. Üniversite, Siyonizm’e karşı “dil” ile direnmiştir. Ayrıca; Fasih Arapçayı korumakla hiç olmazsa İslam ümmetini “dil birliğinde” kenetlemiştir.
Ezher Üniversitesi İslam âlemine sağlam bir literatür bıraktı…
Ezher Üniversitesinin bu gayretlerinden dolayı “mezhep” üzerinden yıpratmaya çalıştılar. Bu üniversiteyi “mezhepsizlikle” suçlayan zavallılar oldu. Ne ilginçtir ki, bu üniversite de “kim hangi mezhepten ise, ona göre uzmanlaşsın” gayesiyle dört mezhebe dayalı uzmanlık bölümleri var. Buna rağmen bu yaftayı kondurdular. Tabii bu çok kasıtlı bir operasyondu!
Dinin kendisini korumak, o dinin diline bağlıdır. Bu manada Arapça, İslam inancımızın olmazsa olmazlarımızdandır. Her Müslüman’ın en azından Arapçayı “vukufiyet” yani uzmanlık düzeyinde olmasa bile, “kavramlar üzerinden” özümsemesi gerekir. Bu ihtiyaç, İslam hassasiyeti olanlar için bir ödev, diğerleri için (içinde yaşadıkları sosyolojik gerçeklik üzerinden konuşursak), kültürel bir zorunluluktur.
“Yunan Felsefesi” diye bildiğimiz bir düşünce akımı var. Eflatun gibi bazı Yunan Filozofları Mısır’ı ziyaret edip yeni yeni kavramları ülkelerine taşıyarak şu anda okuduğumuz felsefi düşünceyi inşa etmişlerdir. Müslümanlarda İslam literatürü üzerinden yeniden “medeniyet tasavvuru” ile hareket edecekler ise; hareket noktası yine “İslami kavramlar” üzerinden olacaktır. Bu kavramların içini dolduracak “dili inşa etmek” zorundayız…
Önümüzdeki hafta bu konuya başka açılardan devam edeceğiz. Şimdilik kalın sağlıcakla.