Turgut Özal döneminde bir “askerî darbe” ihtimalinden bahsedenlere şaşkın gözüyle bakılırdı, artık o dönemin bittiğine inanılmıştı.
Özal ciddi bir sivil otorite kurmuştu.
Genelkurmay Başkanlığı’na hazırlanan bir kara kuvvetleri komutanını görevden alacak kadar güçlüydü.
O zamanki hava da aynen bugünkü hava gibi çok olumluydu.
İçinde bir zehir saklı olduğunu kimse anlayamadı.
Aradan yıllar geçti.
28 Şubat darbesi gerçekleşti.
Sonra ordunun her tarafından darbe planları, lahikalar, andıçlar fışkırdı.
Bu büyük gerileme nasıl yaşandı?
Avrupa Birliği yolunda yürüyen Türkiye birden nasıl gerisin geriye darbeler çağına döndü?
Ordu vesayetinin kırılmaya başladığı günümüzde bunu iyi bilmek gerekiyor.
Türkiye’nin gerilemesinin iki büyük nedeni vardı.
Birincisi, ordu vesayetinin geriletilmesi bir siteme, hukuki bir yapıya kavuşturulmamıştı.
Aynen bugün olduğu gibi, o sıradaki olumlu hava herkesi etkilemişti, hukuksal bir çerçeve çizmek gereği duyulmamıştı.
İkinci neden ise medyaydı.
Ordunun ve darbenin yandaşı olan medya, her zaman sivil siyasetçiye karşı orduyu desteklemişti.
Hiç öyle 28 Şubat’ta neler yazılmıştı bir bakın falan demeyeceğim.
Başka bir şey söyleyeceğim.
Üç yıl önce yapılan Dağlıca baskınından sonra Türk medyasında yazılanlara bakın.
Asıl sorunu orada göreceksiniz.
Bir tek ama bir tek gazete bile Dağlıca baskınında “askerî bir kusur” var mı diye sorgulamadı.
PKK’yı lanetlediler, hükümeti eleştirdiler, esir düşen askerleri suçlu ilan ettiler ve ordunun “kahramanlığına” selam durdular.
Gazetecilik açısından utanç verici bir sahtekârlıktı bu.
Bütün gerçekleri çarpıttılar çünkü.
Dün, Zaman ve Bugün gazeteleri, Dağlıca baskınından sonra konuşan iki albayın “terorihaneti.com” sitesine düşen ses kayıtlarını yayımladılar.
Baskın sırasında o bölgede görev yapan albayların, yaşananlara duydukları öfke, sözlerine yansıyordu.
Baskından on iki gün önce, “250 PKK’lının saldırıya hazırlandığını” üstlerine rapor etmişler.
Karşılığında sıkı bir azar işitmişler.
Bu istihbarat rapor haline getirilip resmîleştirilmiş.
Jandarma Komutanı, bu raporu Genelkurmay Başkanı’na da vermiş.
Basılacağı daha önceden bilinen karakol PKK tarafından basıldıktan sonra ise felaketler bir zincir halinde yaşanmış.
Baskının boyutlarını ve vahametini bile kavrayamamış bazı subaylar.
Askerlere yardıma giden bir helikopter, PKK’lıların ne kadar kalabalık olduğunu görünce hoparlörlerden anons yapmış, “komutanlarınıza söyleyin, daha fazla helikopter göndermezlerse siz yandınız” diye.
Çatışma sırasında bazı askerler birbirilerini vurmuşlar.
Bu anlaşılmasın diye bir korgeneral otopsiye müdahale etmiş.
Karakolun cephaneliğini bizzat kendileri yakmış, bu kanıtlar ortadan kalksın diye.
Taraf gazetesi, Dağlıca’yla ilgili belgeleri yayımlayana kadar hiçbir gazete bu konulara değinmedi.
Ama benim için bütün bunlardan daha korkunç olan gerçek şu:
Dağlıca Karakolu’nun komutanına, o baskından sonra ordu “madalya” verdi.
Bu madalya neyin karşılığında verildi?
Ölen askerlerin karşılığında mı, esir olan askerlerin karşılığında mı, kendi cephaneliğini yakma başarısı karşılığında mı?
Ordu, öyle bir baskından sonra oranın komutanına madalya verme cüretini nasıl gösterdi?
Bir pazar günü bütün bunları size anlatıyorum çünkü aynen Özal gibi AKP de, orduyu denetime alacak hukuksal bir çerçeve çizmekte, bir sistem kurmakta ayak sürüyor ve Dağlıca konusunda yalan söyleyen medya da bu tür yalanlar söylemeyi sürdürmek için hazır bekliyor.
Türkiye ciddi değişiklikler yapmadığı, çok derin yapısal değişimleri gerçekleştirmediği sürece bu ülkede tehlike hep vardır.
Onun için yaşananları unutmamakta fayda var.
Unutanların başına neler geldiğini görmek için başınızı çevirip yakın geçmişe şöyle bir bakmanız yeter.