Mutluluk

Ahmet ALTAN

Dostoyevski’nin bir lafı var.

Diyor ki, “birçok insan mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur.”

Bazen insan mutlu olduğunu bilmez gerçekten, onu üzen küçük bir ayrıntıya takılı kaldığı için yaşadığı mutluluğun tadını çıkaramayabilir ya da hayal kırıklığına uğramaktan, o mutluluğu kaybetmekten korktuğu için geleceğe dönük bir endişeyle o anki mutluluğunu görmezden gelebilir ya da mutsuzluğa çok alıştığı için mutluluk onu korkutabilir, ya da Saatler romanının kahramanlarından birinin söylediği gibi “ilerde mutlu olacağını düşünüp aslında o an mutlu olduğunu” kavramayabilir.

Hep mutluluğu ararız ama bazen onu bulduğumuzda, aradığımızı bulduğumuza inanmayabiliriz ya da o güne dek tatmadığımız türde bir mutluluğa ulaştığımızda daha önce hiç hissetmediğimiz için o duygunun mutluluk olduğunu tanımayabiliriz.

Buna benzer birçok nedenden dolayı “mutluyken” de “mutsuz” olabiliriz.

Sanırım sadece insanlar için değil toplumlar için de geçerli böyle bir yanılgıya düşmek.

Bana sorarsanız Türkiye çok mutlu olması gereken bir dönemi yaşıyor.

Büyük bir değişimin, olağanüstü bir maceranın tam ortasındayız.

Yüz yıl sürmüş bir “korku”, tedirgin bir “içe kapanış”, her yerde “düşman” gören hastalıklı bir endişe, hiç bitmeyen bir “yenilmişlik” kaygısı, kendini “yapayalnız” hissetmenin getirdiği huzursuzluk sona eriyor.

Bizi hücrelerimize kadar sarsan bir hastalığın sadece kendisini değil “nekahet” dönemini de artık geride bırakıyoruz.

“Türkün Türkten başka dostları” da olduğunu keşfediyoruz.

Büyük bir dünyanın parçası olduğumuzu anlıyoruz.

Bütünleşen, kaynaşan bir dünya var, biz de bu dünyanın içinde yerimizi alıyoruz.

Komşularımızın hepsiyle aramızdaki sorunları çözüyoruz.

En son olarak dün Yunanistan’la da sorunlarımızın çözümünü hızlandırmak için Başbakan Erdoğan Yunanistan Başbakanı’na bir mektup gönderdi.

Sadece “komşularımızla” sorunlarımızı halletmiyoruz, içerde de Kürt savaşını bitirmek için çok ciddi adımlar atıyoruz.

Ordu, siyasetin dışına isteksizce de olsa çıkıyor.

Asker kışlasına çekildikten sonra “yargı” da hukukun önemini anlayıp kendini değiştirecektir.

Devletin içinden çeteler ayıklanıyor.

Kendini tazeleyen, yenileyen dünyayla birlikte, o dünyanın bir parçası olarak tazelenip yenileniyoruz.

Karlofça’dan beri neredeyse her savaştan sonra imzaladığı “barış anlaşmasıyla” toprak kaybettiği için bilinçaltına “barışı çok tehlikeli bir şey” olarak kaydeden bir toplum şimdi sadece bilincini değil “bilinçaltını” da değiştirmek için hareketleniyor.

“Barış” bu toplum için yüzyıllarca hep “kaybetmek” anlamına geldi.

Ordumuzun yenildiğini kabul etmemek için biz toprakları “savaşta” kaybettiğimizi hiç kendimize söylemedik, bize hep “savaşı kazandık ama barışı kaybettik” diye öğretildi.

Hâlâ çocuklarımıza okullarda Birinci Dünya Savaşı’nda “yenik kabul edildiğimiz” öğretiliyor.

Şaka değil bu, okul kitaplarında böyle yazıyor.

Sen çocuklarına kaybettiğin savaşı “aslında kaybetmediğini” öğretirsen, kaybedilen her şeyin de “barış” yüzünden kaybedildiğini söylemek zorunda kalırsın.

Ve, barışa düşman kuşaklar yetiştirirsin.

Savaşı kutsayan, barışı lanetleyen insanlar ülkesi olursun.

Biz “barışları” değil savaşları kaybettik.

Birinci Dünya Savaşı’nda “yenik kabul edilmedik”, düpedüz yenildik.

Bazen ülkeler ve ordular yenilir.

Almanya da yenildi bizimle birlikte.

Üstelik Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda bir daha yenildi.

Eğer Almanya çocuklarına “aslında iki dünya savaşında da yenilmediğini ama yenik kabul edildiğini” öğretseydi, bugün kendisini o savaşlarda yenmiş ülkelerle birlikte Avrupa Birliği’nin en büyük ortaklarından biri olabilir miydi?

Kendisini yenmiş olan herkesten kuşkulanır ve yapayalnız kalırdı.

Biz, çok uzun sürmüş bir “travmayı” atlatıyoruz, hastalıktan kurtuluyoruz.

Barışı kucaklayacak bir cesarete kavuşuyoruz.

İçerde de barış olacak göreceksiniz, çocukların ölümü bitecek bu ülkede.

Bu ülkenin birçok sorunu var elbette ama o sorunların çoğunu yaratan asıl büyük “hastalığı” artık geride bırakıyoruz, güçleniyoruz, gürbüzleşiyoruz, en önemlisi gerçekleri görecek bir güvene kavuşuyoruz.

Böyle bir değişimi, böyle bir iyileşmeyi, böyle bir güveni yaşayan toplum “mutluluğu” hak eder.

Birçok “mutsuzluk” adacığına bakarak içinde bulunduğumuz “mutluluk denizini” görmeyebilirsiniz, bu barışlardan, dostluklardan, anlaşmalardan, çözümlerden almanız gereken mutluluğu almayabilirsiniz.

Kendinizi mutsuz hissedebilirsiniz.

Ama bu, şu anda tarihimizin en “mutlu” dönemlerinden birini yaşadığımız gerçeğini değiştirmez.

Sadece Dostoyevski’nin doğru söylediğini kanıtlar.

İlk yorum yazan siz olun
OKUYUCULARIMIZIN DİKKATİNE !... Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.