“Dünyanın halleri” diyebileceğimiz öyle sert ve zor çarklardan geçiyoruz ki, şöyle bazen gözümüzü açıp, kendimize gelip ileriye baktığımızda “ yahu ne oluyoruz, nereye gidiyoruz!” diyesimiz geliyor. Fakat bu olumlu düşünce ve duruş, bir süre sonra kayboluyor.
Sakın bu giriş ile sizlere ümitsizlik aşılamak istediğimi zannetmeyin. Hiçbir konuda ümitsizlik müslümanın kitabında yoktur. Zaten ümitsiz olmak ve ümidini kaybetmek, gelecek ile ilgili kötümser düşüncelere kapılmak küfre denk tutulmuştur.
Anlamaya çalışmamız gereken şey, her işin altında, her olay karşısında, her kımıldayan yaprakta “hikmet” aramaktır.
O halde “HİKMET” nedir?
Hikmet, her bir olayın iç yüzüdür. O olayın veya yapılan işin “esas sebebi” dir.
Madem hikmet, her bir olayın esas sebebidir, bu “esas sebebi” kim bilebilir? Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında olan Allah’tan başka kim bilebilir ki…
Sabahleyin kuşu yuvasından çıkarıp akşam doymuş olarak tekrar yuvasına döndüren, arıyı peteğinden çıkarıp kilometrelerce gezdirip çiçek çiçek dolaştırdıktan sonra hiç şaşırmadan peteğini bulduran, kuş sürülerini en ekonomik uçuşlarla rotası olmadan kıtalararası gezdiren Yaratıcı ne yapamaz ki…
Onun için Aziz Dostlar başka insanlara ve dünyanın hallerine bakıp da gidişimizin kötü olduğunu zannetmeyelim! İşimize bakalım, herkes de işine baksın!
İşimiz nedir? Diye soracak olursanız, şunu söyleyebilirim ki, bizlere bu kadar hassas, bu kadar değerli cihazlar takıp bu dünyaya “bir defa” gönderen Zat’ın dediklerine ve O’nun gönderdiği elçisine (sav) kulak vermekten ibarettir. Başkalarının görevlerini yapıp yapmaması bizi olumsuz olarak etkilememelidir. Çünkü onları yaratan biz değiliz.
Kendini düşün! Rabbini düşün! Kederlenme! O seni senden daha çok düşünüyor diye inan…
Bediüzzaman Hazretleri “Ey insan düşün! Sen alaküllihal öleceksin.” Demiyor mu? Ne halde olursak olalım ölmeyecek miyiz?
Terbiyenin en makbulü, kendi kendimizi terbiye etmemizdir. Bu keşmekeş dünyada bunu başarmak öyle “yüzeysel” düşünmekle olmuyor. Biraz derin düşünmek, zihnen, fikren yoğunlaşmak, hayalimizi ve hafızamızı müspet ve olumlu şeylerle doldurmakla mümkündür. Bunun için cehd ve gayretli olmalıyız.
Söylediğim şeyler hiş öyle zor işler değil. Fakat bir şartla ki, başkalarına değil de öncelikle kendimize yoğunlaşalım.
Dünyaya aşırı yoğunlaşmak, şayet kabir kapısını kapatıyorsa ben haksızım, fakat kapatmıyorsa ki, kapatamadığı gibi daha da hızlanıyor, o halde bu söylenenleri nazarı itibara almalıyız.
Sözün özü, kâinatın ve dünyanın sahibi “her şeye” ama “her şeye” hâkimdir. Toprağın içindeki canlıları O yaratıp rızıklandırdığı gibi gökyüzündeki milyarlarca yıldız kümelerini de bir saniye geciktirmeden o yönetip döndürüyor. Vücudumuzdaki trilyonlarca hücrenin hareketlerini O düzenlerken, denizlerin derinliklerindeki canlı mahlûkatı yaratıp düzenleyen, yönetip rızıklandıran da O…
O halde O’nun işini O‘na bırakıp kendi işimize bakmalıyız. Bunu başardığımız sürece rahatlar, rahatladığımız oranda da işimize döneriz.
Mübarek Ramazan ayını ve orucu vesile yaparak dua edelim, günahlarımıza tövbe edelim. Karar verdiği sürece insanın başaramayacağı iş yoktur.
Bazen dua etmeyi beceremeyiz. Çok şeye ihtiyacımız olduğu halde zihnimizi toparlayıp da Allah’dan birkaç şey isteyemeyiz. Aklımıza hiçbir şey gelmez. O durumlarda işi Allah’a havale edip, o bizim ihtiyacımızı ve önceliğimizi bizden daha iyi bildiği için şöyle diyelim: “Allahım! Sen benim ihtiyacımı benden daha iyi biliyorsun onları bana ver!”
Ona güvenip verdiğine razı olmak şartıyla bu duayı yapmalıyız. Ama ne verirse!
Hayırlı Ramazanlar…