İnsanın aslında saçma sapan olduğuna inandığı bir kavganın içinde dövüşmesi epeyce yıpratıcı.
Bugün bu ülkede sürdürülen mücadelenin çağdışı bir takıntıdan kaynaklandığını bilip bunu değiştirmek için uğraştığınızda, kaçınılmaz olarak o “çağdışılığın” ve saçmalığın bir parçası haline geliyorsunuz.
Cumhuriyet kurulduğundan beri aynı dövüşün içindeyiz.
Belli başlı dört konumuz var.
Başörtüsünde simgeleşmiş din sorunu.
Anadilde simgeleşmiş Kürt sorunu.
Zorunlu derste simgeleşmiş Alevi sorunu.
Askerlik meselesinde simgeleşmiş bireyselleşme sorunu.
Bütün bu sorunların kaynağı aynı yere ve aynı nedene dayanıyor.
Sünni dindar, “çocuğumun başörtüsünü kabul et” derken, devlete “benim varlığımı kabul et” diyor.
Kürt, “çocuğumun anadilde eğitim görmesini kabul et” derken, “benim varlığımı kabul et” diyor.
Alevi, “cemevini ibadethane kabul et, çocuğuma zorla Sünnilik öğretme” derken, “benim varlığımı kabul et” diyor.
Gençler, “beni zorla askere alma, hayatımın gidişatına sen müdahale etme” derken, “benim bir birey olduğumu, benim bir hayatım olduğunu kabul et” diyor.
Devlet de hepsine birden aynı cevabı veriyor.
“Kabul etmiyorum, siz yoksunuz.”
Şimdi bu çekişmenin anlamlı bir yanı var mı?
Bu ülkede Kürtler, Sünni dindarlar, Aleviler ve gençler yaşıyor.
Toplumun yüzde seksenini ya da yüzde doksanını oluşturuyor bu insanların toplamı.
Neredeyse bütün toplumunu reddeden bir devlet, varlığını nasıl sürdürecek?
İnternette dolaşan eğlenceli bir hikâye vardı, ne kadar gerçek, ne kadar yakıştırma bilmiyorum ama bizim bu durumumuza çok iyi uyuyor.
Amerikan Altıncı Filo’su Akdeniz’de yol alıyor.
İspanya açıklarında, tam rotalarında duran küçük bir ışık görüyorlar.
Amiral gemisi bir sinyal gönderiyor.
“Lütfen rotanızı değiştirip, yolumuzdan çekilin.”
Karşıdan cevap geliyor.
“Siz rotanızı değiştirin.”
Biraz daha yaklaşıyorlar.
Gene aynı mesajı gönderiyorlar.
“Burası Altıncı Filo, lütfen rotanızı değiştirip, yolumuzdan çekilin.”
Cevap da değişmiyor.
“Siz rotanızı değiştirin.”
Işığa iyice yaklaşıyorlar ve filo komutanı sinirlenip bizzat mesaj gönderiyor.
“Ben Altıncı Filo Komutanı Amiral bilmem kim, on iki gemi ve bir uçak gemisiyle yaklaşıyorum, rotamızdan çekilmezseniz ezileceksiniz.”
Karşıdan daha değişik bir cevap geliyor bu sefer.
“Ben 446 numaralı deniz fenerinin bekçisi Felipe, bir karım ve iki köpeğimle oturuyorum, isterseniz rotanızı değiştirmeyin.”
Devlet, böyle kendinden emin, koca bir filo gibi “küçük” gördüğü bir ışığın üstüne doğru tehditler savurarak gidiyor.
Tehdit ettiği şey “bir deniz feneri”.
Bu çarpışmayı göze alırsa, kayalara vurup batmaktan kurtulamaz.
Zaten devlet gemisi çoktan kayalara sürtünmeye başladı, her yanından su alıyor.
27 Nisan’da topluma posta koyan ordunun durumunu görüyoruz, Ergenekon davlarını durdurmaya uğraşan adalet sisteminin hali de ortada.
Eğer biraz daha diretirlerse olacağı belli.
Devlet, toplumu yenemez, yapabileceği tek şey “bu toplumun varlığını” kabul etmek.
Meselenin anlamsızlığı, sonucun kaçınılmazlığı, rota değişiminin zorunluluğu ortada.
Devletin takıntılarının saçmalığını, sonuçların kaçınılmazlığını bilerek bir kavgayı sürdürmek, hayatını “rotanı değiştir, rotanı değiştir,” diye bağırarak geçirmek insanı bunaltıyor.
Sonunda sıkılıp bir mesaj göndermek istiyorsun.
“Ben Ahmet, yetmiş milyon insanla burada oturuyoruz, istersen rotanı değiştirme.”