TRT 2’nin, sinema severlerin gönlünü almaya dönük film seçimleri takdiri hak ediyor doğrusu. Sinemanın klasik kabul edilen filmlerinden bazılarını bu sayede tekrar izleme fırsatı bulabiliyoruz.
Tek kanallı dönemde bu hizmeti, yine TRT yapıyordu. Henüz çocuktuk… Galiba o zaman da kanalın adı, TRT 2 idi. Bilgisayarın olmadığı, sobayla ısınan evlerde, dünya sinemasında iz bırakmış, usta yönetmenlerin elinden çıkmış filmleri izlerdik TRT sayesinde. O günlerin kişisel kültürümüz üzerindeki zenginleştirici etkisini sonraki yıllarda fazlasıyla görecektik.
Yeni dönemde, klasik film yayınlama programına şöyle güzel bir enstantene de eklendi: “Film Önü” ve “Film Arkası” adı konulan bölümlerde usta sinema eleştirmeni Mehmet Açar ve Alin Taşçiyan çok güzel ve dolu dolu bir sohbet eşliğinde filmlerin hikayesine dair bilgiler paylaşıp, film kritiği yapıyorlar.
İşte bu kapsamda Cumartesi akşamı TRT 2’de Frank Capra’nın unutulmaz filmi Şahane Hayat vardı. Şahane Hayat bilindiği üzere bir Noel filmi. Özellikle 60’lardan sonra film bir külte dönüşüyor ve her Noel arifesinde Amerikan televizyonlarında tekrar tekrar gösteriliyor. Filme gösterilen ilginin bu kadar artmasında insan ilişkilerinin giderek yozlaşmasının, toplum şartlarının her geçen gün acımasızlaşmasının büyük payı olsa gerek.
Hatta bizim film izleme nedenimiz bile çok farklı sayılmaz! Siyasetin bitmek bilmeyen tartışmaları, düelloları, insanı bu tür vahşiliklerin olmadığı, daha insancıl, barışçı bir dünya bulmaya itiyor…
****
Amerikan izleyicisinin en sevdiği filmlerin başında geliyormuş Şahane Hayat. Bu anlamda bizdeki Ertem Eğilmez’in Neşeli Günler, Gülen Gözler, Hababam Sınıfı’nın muadili kabul edilebilir. Zaten ben Ertem Eğilmez’in tarzının Capra’dan ciddi anlamda etkilendiğini düşündüm hep.
İçinde Amerikan toplumunun, inançlarının, mitlerinin yattığı bu hikaye aslında dini bir hikaye. Film bir adamın “iyi bir insan olarak kalmakla” ilgili çetin ve neredeyse mistik mücadelesini anlatıyor. Şahane Hayat, dini bir menkıbe ya da İncil’den bir pasaj gibi duruyor… Bu özelliğinden dolayı filmin psikologlar tarafından intihara meyilli kişilere izletildiği ve onların bakış açılarında değişiklik yaptığı söyleniyor.
Filmdeki George Bailey taşrada yaşayan biridir. En büyük amacı dar gelirli kasabalıların, yani komşularının kendi evlerine sahip olmalarıdır. Bunu sağlamak için babadan kalma bir finans kuruluşunu ısrarla işletmeye devam etmektedir.
Bay Potter adlı, bütün kasabalıları soymaya çalışan acımasız kapitalistin her türlü baskısına, ayak oyunlarına, satın alma girişimlerine direnir.
Yeri gelir, balayı parasını kasabalılara dağıtarak, onların mağdur olmasına izin vermez… Yeri gelir, çocukluktan beri hayalini kurduğu dünya turunu süresizce rafa kaldırıp kasabalıların sorunlarına yoğunlaşır.
Bu anlamda tam bir “ahlakçıdır” Gergoe Bailey. Tıpkı İsa Peygamber ile ilgili mitolojik anlatılarda olduğu gibi, insanların selameti için gereken kefareti ödemeye hazırdır. İnsanlar için yaptıklarının rasyonel hiçbir anlamı yoktur. Hatta yaptıkları düpedüz akıldışıdır. Hiçbir kan bağı olmayan insanların güvenliği, huzuru ve rahatı için bir insanın kendi çıkarlarından, çocuklarının rahatından, aile konforundan vazgeçmesinin nasıl bir akli izahı olabilir ki? Bu olsa olsa, ödüllerin orada alınacağı bir öte dünya tasavvuruyla açıklanabilir.
****
Bailey karakterinin Türk Sinemasında çokça “akrabası” vardır. En akılda kalanlarından biri Atıf Yılmaz’ın ‘Ah Güzel İstanbul’undaki Haşmet İbriktaroğlu karakteridir. Hassas, hırssız, diğerkam ve sevgi doludur… Zaten özellikle Sadri Alışık’ın canlandırdığı karakterler, başkaları için kurban olmaya ya da onları kurtarmaya hazır, mistik ve aşkın değerlere sahip karakterlerdir. Uğruna kurban olacakları kişi bazen bir kadın, bazen kardeşleri, bazen de dostları olabilir. Onlar bütün yüce gönüllülükleriyle ve tereddüt etmeden kendilerini başkalarının mutluluklarına adayacak kişilerdir. Ötekinin iyiliği, onların kendi iyiliklerinden önce gelmektedir.
Haşmet İbriktaroğlu ya da George Bailey, ikisi de dini anlatıların kumaşından yapılmış mistik karakterlerdir. Biri Tolstoy, diğeri Kemalettin Tuğcu romanlarından fırlamış gibidir.
Bailey’in işleri kötü gitmeye başlar. Bazı aksiliklerden sonra intiharın eşiğine gelen Bailey kendini altından buzlu bir nehrin aktığı köprünün başında bulur.
Tam o sırada Clarence adlı ‘koruyucu melek’ Bailey’yi vazgeçirmek için ona bir oyun oynar. Bailey bir süreliğine, o doğmamış olsaydı kasabalıların hayatının nasıl olacağını tecrübe edecektir. Bu kısacık anda gördüğü şey tam bir kabustur. Bailey şoka uğrar. Kasaba o yokken bütün insani sıcaklığını, ahlaki ölçüsünü yitirmiştir.
Bailey bu tecrübe sayesinde, yaptığı iyiliklerle ne kadar çok insanın mutluluğuna vesile olduğunu ve varlığının derin anlamını kavrar. Ve basit sandığı hayatının hiç de basit olmayan etkisini bu aynel yakin tecrübe ile keşfeder.
Günün sonunda kasabalılar denkleştirdikleri paralarla Bailey’i intiharın eşiğine getiren borcu toplayarak, kapatırlar. Para toplanırken herkes hep bir ağızdan ilahi okumaktadır.
Film burada dini menkıbelerdeki gibi, bir meleğin sihirli dokunuşuyla iyilerin beklenmedik bir anda kazanan haline geldiği, kötülerinse kaybettiği bir masala dönüşür.
Bu masal, Amerikan toplumu dediğimiz o şeyi var eden masaldır. Bir toplum, umudunu, inancını, insana bakışını, kimliğini bir masal üzerinden kurmaktadır. Zaten bu kadar çok sevilmesinin nedeni de budur. Her toplumun, içinde “kendisini” bulduğu, ona ilham veren masallara ihtiyacı vardır. Bizim de var! Ama maalesef biz, “kendimizi bulacağımız” masallardan mahrumuz. Başkalarının masallarıyla da ancak bu kadar oluyor!