Şirin

Ahmet ALTAN

Duvarları lambri kaplı küçük bir Alman pastanesinin tahta masasında oturmuştuk son kez karşılıklı.

Birbirimizin yüzüne bakmıştık.

Onun saçları daha da beyazlaşmıştı.

Yüzü hiç değişmemişti.

Yürüyüşü, giyinişi de öyle...

Sanırım o, Sinan vurulduğu gün bir daha yaşlanamayacak biçimde yaşlanmıştı ve bir daha hiç değişmedi.

Hep öyle kaldı.

Biz ilk tanıştığımızda o daha otuzuna varmamıştı.

Feneryolu’nun arka taraflarında bir bodrum katında yaşıyordu, toprak bir bahçesi, bahçesinde birkaç cılız ağacı vardı.

Sabahlara kadar otururduk.

Hepimiz bağıra çağıra konuşurduk.

Saat başı çay demlerdi.

Sonra gecenin bir vakti o kalın defterlerinden birini açardı.

Yazdıklarını okumaya başlardı, yazılarının arasına kattığı şiirleri...

Çok güzel yazardı ve insanın içine işleyen sesiyle inanılmaz biçimde etkileyici okurdu şiirleri.

İsmet Özel’i, Lorca’yı okurdu.

İsmet Özel’in mısraları benim içimde Şirin’in sesiyle kaldı.

Hep o sesle.

Onun sesi, kalın kadifeden bir kumaş gibi sarardı bizi, ısıtırdı, her şey değişir bir sese dönerdi, kımıltısız durur ve dinlerdik.

Birden susar ve “ben bir çay demleyim” derdi.

Yerde bir kilim vardı, duvara dayanmış bir sedir, eski bir koltuk.

Ben sigara içerdim.

Balkon kapısını açardı, Buldan işi bir şala sarınırdı.

Buldanlıydı.

Neşeli olduğunda Buldan ağzıyla konuşurdu.

“Elektrinkler şakır şakır yanıyo, deniz treni suyu yararaktan fışır fışır gidiyo...”

Kocasını dağda vurmuşlardı.

Resmi bir köşede dururdu.

Olağanüstü yakışıklı, beş dil konuşan, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin parlak öğrencisi, bir baskında “faşistlerce” merdivenden aşağı yuvarlanan TİP’li Adnan Bey’in oğlu Sinan, “halkı” için Nurhak dağlarında jandarma kurşunuyla ölmüştü.

Bir seferinde Sinan’ın ölüm haberini nasıl aldığını anlatmıştı.

Duyduğunda nasıl yere çöktüğünü.

“Aylarca tek başıma sinemalara gittim” demişti, “insanlardan, hayattan, gerçeklerden kaçtım, sinemalara, karanlıklara sığındım.”

Bunlardan konuşurken bizim yüzümüzün bulutlandığını, gözlerimizin kısıldığını görünce, bizi üzdüğünü düşünerek gizli bir utanca kapılır “ben bir çay koyayım” derdi.

Mutfaktan döndüğünde bir türkü söylemeye başlardı.

Hayatımda onun kadar güzel türkü söyleyen kimseye rastlamadım.

Sesi çok güzeldi, biliyorum sesi güzel çok insan vardır ama onun sesinde başka bir “şey” daha vardı, dağlarda vurulmuş bir sevgilinin ardında bıraktığı, söylenemeyecek, anlatılamayacak o büyük yalnızlık belki, hiçbir zaman, hiç kimseyle paylaşılamayacak derin keder belki, kelimeler gelmeyecek yalnızca “sesle” anlatılabilecek bir ıssızlık belki... O türkü söylediğinde, onun yalnızlığının ve kederinin bir çaresi, bir ilacı olmadığını hissederdiniz.

Susardık öyle.

Sonra alabildiğine vahşice bir tartışmaya girerdik solculuk üzerine, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Plekhanov, Luxembourg isimleri havalarda uçar, kitaplardan paragraf paragraf alıntılar yapılır, can acıtıcı iğnelemeler, suçlamalarla karşılıklı olarak hırpalardık birbirimizi.

Kaçınılmaz olarak laf Kollontai’a gelirdi.

Esas kanlı çatışma orda çıkardı, “komünizm ve kadın hakları”... Ben tam bir “maço” kalırdım, onlar da beni yerden yere vururlardı.

Ben de onları kızdırmak için, “kadınların cinsel özgürlüğünü” savunan ve bu özgürlüğü kullanmaktan da geri kalmayan Kollontai için Lenin’in söylediğini tekrarlardım.

– O bahriyelisiyle yetinsin.

Beni, “kafama bir şey atmakla” tehdit ederdi.

Onun kocasını dağda vurmuşlardı.

Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i asmışlardı.

“En sertleri Hüseyin’di” diye anlatırdı Şirin, “en sevecenleri Yusuf.”

Onları anlatırken ağlardı.

Dün Şirin’i de Karacaahmet’ten uğurladılar.

Cenazesine gidemedim.

Gazetede sabah toplantısı yapıyordum o saatlerde, gündem maddelerinden biri “Şirin Cemgil’in” cenazesiydi, sustum, sesim titrer diye bir şey söylemedim, önüme baktım gözlerimi görmesinler diye, “cenazesinden” bahsettikleri “yaşlı kadının” aslında “genç bir kız” olduğunu, saçlarının çabuk ağardığını, hep beyaz saçlı genç bir kız olarak yaşadığını söylemedim, onu tanıdığımı, ömrümün en güzel bölümlerinden birini kalabalık kahkahalar, kavgalar, gözyaşları ve türkülerle onun evinde geçirdiğimi anlamadılar.

“O gitti” diye geçirdim içimden.

Hiç düşünmemiştim bir gün Şirin için “o gitti” diye yazacağımı, böyle şeyler düşünülmez, bugün benim konuştuğum, tartıştığım, güldüğüm birçok insanın da bir gün benim için “o gitti” diye yazacakları akıllarına gelmeyeceği gibi, akla gelmez böyle şeyler.

Çiçek gönderdim cenazesine.

Bazen ona çiçek götürürdük, çiçekleri göstermemeye çalıştığı bir sevinçle alır, vazoya yerleştirirken de bizimle “küçük burjuvalar” diye dalga geçerdi.

En son bir Alman pastanesinde tahta bir masada karşılıklı oturmuştuk.

Saçları biraz daha beyazlaşmıştı.

Ve, her zamanki gibi yalnızdı.

İlk yorum yazan siz olun
OKUYUCULARIMIZIN DİKKATİNE !... Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.