Sanırım biz en büyük yanlışı, sivil-siyasal dengesini bozmakla yaptık. Siyaset her şeyi sünger gibi içine çekince, denge filan da kalmadı. Denge yoksa zaten adalet de olmaz.
Bu Kemalizm’in zaafı idi, darbe dönemlerinde de hep aynı yanlışlar oldu, daha sonraki dönemlerde de. Aslında batı demokrasilerinde, gücün tek elde toplanmaması için “yasama, yürütme, yargı” birbirinden bağımsız, üç ayrı yapı idi. Başkanlık sistemi ile biz bunun gerçekleşeceğini zannederken tam tersi oldu.
Toplumdaki “karizmatik lider” arayışı, her şeyi tek kişiye bağladı. Bu yapılarda din tek kişiye bağlanınca o kişi kutsal bir kimlik kazanıyor. Eş zamanlı devlet de kutsanıyor. Aslında Westfalya Anlaşması, ulus devlete geçerken, bu kutsal devlet ile seküler devletin arasındaki çatışmayı sonlandırmak, ruh ve beden ikilemini bir dengeye kavuşturmak, paylaşım ve işbirliği için yapılmıştı. Laiklik bu şekilde, yine meşruiyetini İncil’den alan bir kurum olarak hayat buldu. Tapınakçılarla Masonlar arasındaki ilk ayrışma da bu şekilde ortaya çıktı.
İslam Dualist bir inanca sahip değil. Vahdet söz konusu. Vahdetin kendi içinde sorun çözücü ve düzenleyici birçok kavramı ve kurumu var. İslam toplumunu Hristiyan batının kalıplarına sokmaya çalışınca olan oldu. Bana kalırsa o “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganında gizli bugünkü sorunlar. Aslında hepsi devletin içinde mündemiç. Devleti de tek kişinin iradesine bağlarsanız bu ister istemez, tek parti örneğinde olduğu gibi tek parti ve tek adam rejimi olacaktır. O iradeyi eleştiremez, sorgulayamaz, onun iradesinin aksine, o öldükten sonra bile bir işlem yapamazsınız.
Bu aklın gölgesi altında bugün yaşadıklarımızı düşünürseniz ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Kulağa hoş gelen ama kavramsal olarak içi boş sloganlarla bir yere kadar gidilir. Tek devlet diyoruz da, AB’ye girmek istiyoruz. Geçmişimizde Hilafet Birliği var, Doğu Roma Birliği var, Osmanlı Milletler Topluluğu var, Ortodoks birliği var. Tabi biz mesela Hilafet ve Ortodoks birliğini bir devlet olarak düşünmüyoruz. Oysa Katolikler için Vatikan ayrı bir devlettir. Zaten laiklik dediğiniz şey de bir Katolik aklının ürünüdür. Protestanlar Seküler’dir. Ortodokslarda kutsal olan Patrik değil, kilise konsülüdür. Bizantinist anlayışta Patrikle birlikte imparator da kilise adına takdis edilir.
Bizim İslam dünyası olarak halimiz, ne dini ne tarih, ne ahlak ne hukuka, ne de hayatın gerçeklerine uyar. İran’ı da böyle, Saudia’sı da, Türkiye’si de, Malezya’sı da. Bu kafa ile de bu sorunları çözemeyiz. Buna bugünkü siyaset, cemaat yapısı, tek parti zihniyeti, akademi mani. Böyle birbirimizi yer gideriz. Bizim münevverimizin de, aydınımızın da hali malum. sufiler siyasete, siyaset de sufilere bulaşınca neler olduğunu gördük.
Devlet bugün bizde, bu “tek”çi anlayışla, servet, silah ve iktidarı elde etmenin ötesinde, yasama, yürütme, yargıyı kontrolle de yetinmiyor, devletin içindeki bir takım unsurlar STK, medya, cemaat yapıları, hatta yerli ve yabancı derin devlet unsurları üzerinden Mafioz ilişkilerin içine sürüklenmekteler. “Kaset ve Belge” tartışmalarının arkasında yatan gerçek bu.
Sanırım asıl sorun sivil-siyasal ilişkisinde. Dini hiyerarşi zaten bir diğer sorunlu bir alan. Din, İslam açısından Diyanet üzerinden çok büyük ölçüde devletin hiyerarşik yapısı içinde ve kontrolünde. Dini eğitim de öyle. Dini vakıflar da aynı şekilde büyük ölçüde devletin tasarrufunda. Devletin kontrolü dışındaki alan gibi gözüken alan da yine vakıf ve dernek gibi örgütlere bağlı gibi gözükse de, bunlar da illegal şekilde siyasi partiler üzerinden devletle ilişkilendirilmiş durumdalar. Alevi gelenekten gelenler, CHP, Sol ve Sosyalist partilere yakın dururken, diğer cemaatler sağ iktidarlara yakındır ve hatta birçok alanda iç içelik söz konusudur. Kalkancı örneğinde olduğu gibi, “derin devletin kontrolündeki tarikatlar”dan söz etmek de mümkündür. Bir de uluslararası sistemin kontrolünde dini örgütlenmelerden söz etmek mümkün. Özellikle yabancı kilise okullarının bu anlamda tarihi Tanzimat’a kadar gider. Tarikatı olan partiler ve partisi olan tarikatlar da var. Bu yapı, din, ahlak, hukuk disiplinlerinin dışına çıktığında, aslında birbirine destek için birlik oluşturdukları bu yapılar sonuçta birbirinin üzerine devrilir ve süreç içinde varlık ve meşruiyetlerini kaybederler. Madden içlerinden birileri güçlenmiş olsa da, manen hepsi zarar görür. Varlık ve meşruiyet temellerinden uzaklaşırlar. Sağda da solda da bugün bunu görüyoruz. Bu gayrimeşru ilişkilerden meşru bir sonuç beklemek mümkün değildir. Kem alat ile kemalat olmaz.
Bakın, sivil olmak, asker olmamak değil, sivil olmak, siyasal olmamak demektir. Sivil ve siyasal toplum tanımını ben yapmadım. Bu tanım Katolik bir toplumda, seküler ve laik düşünce ikliminde, cumhuriyetçi, ulus devlet aklının ürünü, siyasete karşı toplumun kendi geleceğini özgürce belirleme iradesine dayalı bir arayışın ürünü olarak, nasıl batı düşüncesinde sermayeye karşı emeğin sahibinin sendikalaşması denge için bir çözüm olarak öne çıkartılmışsa, politik topluma karşı sivil toplum bir denge unsuru olarak öne çıkartılmıştır. İşte tam da burada politik toplumun, sivil toplumu ele geçirmesi, onu kendi arka bahçesi olarak kullanması ile bu denge kayboluyor ve savrulma kaçınılmaz oluyor.
Bugün her partinin arka bahçesinde vakıf da var, dernek de, oda da var artık, sendika da. Bu politik anlamda “cinsiyetsiz bir toplum”un hayat bulmasına sebep oluyor. Mesela memur sendikası sivil toplum örgütü değil, “Demokratik kitle örgütüdür”. STK’lar siyasallaşınca, tabi ne vakıf kalıyor, ne dernek. Hal böyle olunca medya da “parayı verenin çaldığı düdük”e dönüşüyor. Sahibinin sesi oluyor. Hatta tetikçiliğe başlıyorlar, trolleşiyorlar. STK ve medya ele geçirilince cemaat denen yapılar da buharlaşıyor, kendi özüne yabancılaşıyor.
“Yeni Normal” dönemde, Allah korusun, böyle giderse ne sivil, ne siyasal kalacak zaten. Covitokrasi döneminde sivil ve siyasal toplumun nasıl savrulduğunu gördük. Medya, mafya, sermaye, siyaset, bürokrasi, cemaat, bilim, sanat hepsi birbirine karıştı. Hatta kim kimdir belli olmuyor bazen. Herkesin birden fazla cinsiyeti var sanki! “Toplumsal cinsiyet” olayında da öyle değil mi idi.
Aslında başka bir dünya, başka bir medeniyet mümkün. Sivil-siyasal ayırımı olmadan da, adalet, barış, özgürlük sağlanabilir. Biz buna “Darusselam” diyoruz. Ama o toplum nerede!? Yoksa babamız peygamber olsa gelse (Ki artık peygamber gelmeyecek) biz kendimizi değiştirmeden Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek, aksine işlerimizi sarp dağlara sardıracak. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden büyük acılar yaşayacağız, eğer haksızlığa, zulme, sömürüye “hayır” diyemiyorsak! Unutmayalım ki biz, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz ve yeryüzünden hesaba çekileceğiz. Selam ve dua ile.