Suriye’de gelişmeler vahim. Rejimin ceberruti yüzü bütün acımasızlığıyla kendine gösteriyor. Savaş oyuncakları tanklar görev başında.
Bu vahamet devam ederken İran’ın Dini Lideri Ali Hamaneyn, Suriye’deki halk hareketini “Allah düşmanları” olarak lanse ederken Hizbullah’ı da isyancılara karşı mücadele etmeye davet ediyor, Suriye’deki zulmü görmezlikten gelip zalim yönetime mezhep kaygılarıyla göz yumuyor…
Beşar Esat, PKK ile işbirliği halinde ve halkına karşı 1000 teröriste kucak açtı. Yeter ki yönetim alaşağı olmasın, saltanat davam etsin…
İran Dini Lideri Hamaneyn’nin tavrını bu kadar açık ve net bir şekilde ortaya koyması, öteden beri “İran’da Sünnilere yapılan sindirme politikaları” tezini doğrular nitelikte! İran’ın Suriye’deki %10’luk baltacı bir yönetimi alenen desteklemesi, mezhebi kaygıdan kaynaklanmaktadır. İran’ın diplomatik duruşu “Alevi yönetimi dursun da ne olursa olsun” anlayışıdır…
İran, Bahreyn ayaklanmalarında da aynı tavrı göstermişti. Bahreyn’deki alevi çoğunluk Sünni çoğunluğa direniyordu. Bu sefer Sünniler azınlıktaydı ama sultayı(yönetimi) da ellerinde tutuyorlardı. İran, Bahreyn’de Şii halkın yanında yer alarak sırf mezhep taassubuyla hareket ediyordu…
Türkiye’nin Suri’ye olsun, diğer problemli ülkelere karşı tavrı ise; herhangi bir parçalanma ve bir mezhep çatışmasının olmaması yönünde olmuştur. Başbakan Suriye’ye dönük diplomatik üslubu, “Suriye bizim iç politika meselemiz” diyerek inceden ayar vermektedir. Bu tavrını aynı zamanda “akrabalıkla” pekiştiriyor olması cabası.
Başbakan Erdoğan’ın mezhepler üstü siyasetini Suriye’deki Sünni çoğunluğu da dikkate alarak gösterdi. Bu tavır Türkiye Cumhuriyeti adına çok önemli! Bu aynı zamanda Türkiye’nin iç dinamiklerine de mesajdı!
Tam bu noktada, iç dinamikler hususunda bir analiz yapmak doğru olacağı kanaatindeyim. Din ve mezhep ekseninde “Dersim tecrübesi” yaşanmış bir süreçten geliyoruz. Bu süreç sadece Tersimlilere işlemedi. Yıllarca Türkiye’de “irticafobia” oluşturulmaya çalışıldı. Taa, Osmanlı’dan beri İrtica(gericilik) maskesi altında Müslümanların değerleriyle zımnen ve alenen savaşıldı. Yöntemler değişti ama konsept hiç değişmedi. Cumhuriyet kuruldu kurulmasına da ülkemiz bu gizli hesaplardan hiç kurtulamadı. Cumhuriyet darbeler ve muhtıralarla anılır oldu…
Her darbeye bir kılıf uyduruldu. 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Cunta, yönetimdeki meşruluğunu “sağ ve sol” çatışma zemininden hareketle darbeyi gerekçelendiriyorlardı…
Yine ‘28 Şubat’a götüren süreçte yeni bir çatışma zemini oluşturulmaya çalışıldı. Bu sefer konsept genişletilerek “sağ-sol” yerine tüm sosyal unsurların da içinde olduğu bir yapı gerekiyordu. Sağcısı, solcusu, komünisti, liberali, milliyetçisi, İslamcısı, tarikatçısı, PKK’lısı, hepsini bir araya getirip Türkiye’de “Alevi ve Sünni bir çatışma zemininde” Alevileri baskın hale getirip ülkeyi kaosa sürükleyeceklerdi. Bu arada şunu söylemekte de fayda var. Türkiye’de iki cemaatin bir araya gelmesi vaki olmuş değilken, nasıl oluyordu da böyle bir yapılanmada bütün unsurlar bir araya gelebiliyordu?
Buradan şu sonucu çıkarmamız mümkündür. Demek ki bu yapıyı oluşturacak yabancı unsurların varlığı söz konusuydu. Hükümet Bir Mart Tezkeresi’nin Meclisten geçmesini zımnen istemese de şartlar gereği alenen istemesi ve nihayetinde halkın iradesi doğrultusunda tezkerenin geçmemesi kırılma noktası olmuştur. Bu süreçte Erbakan Hoca’yı da minnet ve rahmetle anmasak haksızlık etmiş oluruz. Sonuca yadsınamayacak katkı sağlamıştır ve “Allah ondan Razı olsun” dedirtmiştir. Böylece yabancı unsurlar bu iradeye karşı cezalandırmayı bizi terk etmekle, bizden uzaklaşmakla gösterdiler. Ama bu sonradan onların pişman olacakları aleyhlerine bir durumdu ve geç fark ettiler. Artık Türkiye’de siyasetteki “edilgen” yapı, yabancı unsurların baskısından büyük oranda bağımsız bir şekilde “etken” bir yapıya ulaşıyordu. Hükümetin hareket alanı genişledi ve bu yabancı unsurların deşifre olmasını sağladı…
Bu sürece gelinmeden önce, Temmuz 1996’da rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, Refahyol Hükümeti’ne destek görüşmesi için Erbakan Hoca ile görüşüyordu. Görüşmenin hemen akabinde ki açıklaması çok ilginçti. Açıklamasında İki konuya değindi. Birincisi; “Türkiye’de muhafazakârları hükümet ettirtmedi” dedirtmeyeceğini, ikincisi ise; “Türkiye’nin ne İran olacağı, ne de Suriye olacağı” beyanıydı.
Tamam, “Türkiye’de İslamcıları hükümet ettirmedi” dedirtmemesi makul karşılanabilir, ama İran ve Suriye’nin hükümete güvenoyu görüşmeleri ile ne alakası olabilirdi ki?
Türkiye’de kamuoyunun bilmediği gizli bir tehlike mi söz konusuydu?
28 Şubat sürecinde rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “Türkiye’nin Suriye’deki Baasçı rejim gibi bir baskı rejimi olmayacağını” söylerken, bu, ortada bir emare olmadan söylenmiş söz olmasa gerek!
Türkiye’de zaman zaman laikçilerden “Türkiye İran olmayacak” naralarını hep duymuşuzdur. Ama muhafazakârların bunu dillendirmesi en azından alışık olmadığımız bir durumdu. Neden Türkiye İran ve Suriye olacaktı ki!
28 Şubat’ın destekçilerinden Deniz Baykal, AK Parti Hükümeti’ne karşı “Türkiye Cumhuriyeti’nde Emevi hukuku işletilemez” derken, “Hz. Ali yönetimini tasfiye eden” bir anlayışla kıyaslaması tuhaf değil mi?
Türkiye’de her Milli Güvenlik Bildirisi sonrasında “irtica” tehlikesi birinci madde olarak yer alırdı. Ama şimdiye kadar Türkiye’de mezheplere dayalı kaygıdan bahseden resmi bir beyanat olmadı. Ancak medyada bu konu defaatle dillendirildi…
Bu meyanda çeşitli kadrolaşmalardan, gizli toplantılardan, telefon görüşmelerinden vb. konulardan sıklıkla bahsedildi…
Darbeye zemin hazırlayacak, ülkeyi kaosa sürükleyecek bir Alevi-Sünni çatışmasına, her iki kesiminde maşa olarak kullanılmasına başta AK Pati Hükümet’i olmak üzere askerin de büyük desteğiyle müsaade edilmedi. Hükümet bir yandan “Demokratik Açılım” sürecini işletirken, diğer yandan da “darbetörlerin” yargılanmasına fırsat tanıdı…
Ülke yönetimi stabil hale geldi, istikrar yakalandı. Birileri, zorlamayla iç savaş çıkarmaya kalksa dahi, iç dinamiklerimiz buna müsaade etmeyecektir. O yüzden Türkiye’nin Suriye olması mümkün gözükmemektedir…