Bizim Batı’yla ilişkilerimizin tarihi yaklaşık bin yıllıktır, köklüdür; hem Batı’ya hem de zamanla bize kök söktürmüştür.
Batı’yla ilişkilerimizi en iyi estetiğin terimleriyle resmedebiliriz.
Malazgirt’le başlayan süreç epik’ti, destansıydı; gönüllerin fethiyle, üç kıtada selâm / barış yurdu inşa etmemizle sonuçlandı.
Karlofça ve Pasarofça’yla başlayan, Tanzimat’la süren süreç trajikti: Kendimize olan güveni yitirdik bu süreçte.
Cumhuriyet süreci ise traji-komik: Celladına âşık olmanın geçit resmi.
BİN YILLIK SERÜVEN...
Malazgirt’le, Anadolu’ya yerleştiğimiz andan itibaren Batı’yla temasa geçtik: Bizans, Batı’nın kapısıydı.
Malazgirt’ten Avrupa’nın içlerine kadar süren yürüyüşümüz üç asırda tamamlandı.
Batı’yla, Tanzimat’a kadar, tarihi yapan, tarihin akışını belirleyen bir aktör olarak temas kurduk. İlişkilerin yönünü belirleyen bizdik, esas itibariyle.
Ama Tanzimat’tan sonra bu ilişki biçimi tersine döndü: Batılılar belirleyici olmaya başladılar.
Türkiye, Tanzimat’la yönünü, Cumhuriyet’le yörüngesini yitirdi: Osmanlı, tarihten çekildi; Türkiye, tarih yapan, tarihin akışını değiştiren bir aktörden, tarihte tatil yapan bir figürana dönüştü. Tarihi sürükleyen değil, Batılıların yaptığı tarihin önünde sürüklenen bir figürana...
Cumhuriyet süreci, Tanzimat’ın uzantısıydı: Türk modernleşmesinin nihâî noktası.
Türk modernleşmesi, bir yönüyle Türklerin Batı’yla doğrudan ama edilgen bir şekilde temasa geçme, yüzleşme çabasıydı; bir yönüyle de İslâm’dan uzaklaş(tırıl)ma girişimi.
Modernlikle, dolayısıyla Batı’yla, yok olmamak için temasa geçmiştik Tanzimat’tan itibaren.
Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat süreci, bir anlamda, modernliğin meydan okumasına karşı bir tür direniş biçimiydi. Meşrûtiyetlere gelinceye kadarki süreçte, hem Batı’yı yakından tanıma imkânı bulduk hem de kendi yolumuzu bulma, çıkış yolumuzu vuzuha kavuşturma imkânlarımızı yakalamaya başladık: 19. yüzyıldan 20. yüzyıla sarkan dönemde, çok büyük bir fikrî birikim inşa etmeyi başardık. O dönemde ulaşılan entelektüel birikime, canlılığa ve düzeye Cumhuriyet tarihimiz boyunca hiç bir zaman ulaşamadık.
Ulaşmazdık; çünkü Cumhuriyet’le birlikte benimsediğimiz radikal modernleşme / sekülerleşme projesi, bizim medeniyet iddialarımızı inkâr etmemizi, Batılı bir yörüngeye girmemizi emrediyordu.
Oysa medeniyet iddialarını inkâr ederek çağdaş uygarlıklar düzeyine ulaşılabileceğini düşünmek, olmayacak duaya âmin demekti; eşyanın tabiatına tersti bu.
Her şeye rağmen Cumhuriyet bize zaman kazandırdı. Yüzyıl kazandırdı. İnönü, Lozan’dan çıkarken bunu, “artık yüzyıl daha rahat nefes alabileceğiz” diyerek telâffuz etmişti.
Cumhuriyet’in radikal modernleşme / sekülerleşme projesinin mimarları, Batılıların bizi Anadolu’dan sürmek istediklerini düşünerek zaman kazanmak, dolayısıyla Batılıların bize saldırma gerekçelerini ortadan kaldırmak için katı Batılılaşma projesini başlatmış olabilirler, muhtemelen.
CUMHURİYET’İN BEŞ DÖNÜM NOKTASI
Cumhuriyet’le birlikte beş büyük hâdise yaşadık:
Birincisi, Türkiye, Batılılar tarafından dışardan fiilen sömürgeleştiril(e)medi ama içerden zihnen sömürgeleştirildi.
İkincisi, Batılılara, medeniyet iddialarımızı terkettiğimizi -bir şekilde- söyledik; ama bu toprak parçasını çiğnetmedik.
Üçüncüsü, Cumhuriyet’in kurucu kadroları, çok partili hayata geçilmesinin önünü açmak zorunda kaldılar. Demokrat Parti iktidarı, bir yandan Türkiye’nin rotasını bulma çabası ve kalkınma hamlesiydi ama öte yandan da, toplumun ehlileştirilme, kendi aktörleri eliyle sekülerleştirilme projesiydi.
Sistem, buna bile izin vermedi; Menderes’i ipe göndermekte hiç tereddüt etmedi. Böylelikle Türkiye’ye darbelerle ayar verme süreci de başlamış oluyordu...
Dördüncü dönüm noktası, Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapma (Batı’dan toprak alma) cesareti göstermesiydi.
Küresel sistem, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, Türkiye’yi hedef tahtasına yatırdı. Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapması, Türkiye-Batı ittifakı ilişkilerinde kırılma noktası oldu.
Beşinci önemli hâdise, rahmetli Erbakan’ın 1996’da, Erdoğan’ınsa 2003’ün başında başbakan olmalarıydı. Özal dönemi, Erbakan ve Erdoğan’ı hazırlayan ara bir dönemdir.
Sistem, Erbakan’a kan kusturdu, darbeyle uzaklaştırdı Hoca’yı. Hoca, yüzyılın en büyük projesi D-8’i kurdu ve gönderildi.
Erdoğan, Türkiye’nin ufkunu medeniyet coğrafyasına yaydı. Türkiye’nin bir istiklal ve istikbal mücadelesi verdiğini ilan etti. Küresel sistem, önce 17-25 Aralık örtük darbesiyle, sonra da 15 Temmuz açık darbe ve işgal girişimiyle içerdeki FETÖ şebekesini kullanarak cevap verdi.
Bunun cevabını Fırat Kalkanı’yla aldı: Fırat Kalkanı, bizim istiklal ve istikbal mücadelemizde dönüm noktasıdır.
Türkiye, Batı’yla zorlu imtihanını, medeniyet iddiasını hayata geçirdiği zaman başarıyla vermiş olacak...
Bunun yolu, Türkiye’nin her alanda güçlenmesinden ama özellikle de köhneyen eğitim sistemini, yozlaşan kültürü, çürüyen değerleri, savrulan genç kuşağı, can çekişen şehirlerimizi bizim medeniyet dinamiklerimiz ekseninde yeniden diriltmekten geçiyor.
Türkiye’nin Batı’yla imtihanını kazanabilmesi, maddî ve askerî güce ulaşmaktan değil, manevî güce (güçlü, köklü düşünce, eğitim, kültür, sanat hayatına) kavuşmaktan geçiyor.
Vesselâm.