Fred Zinnemann’ın yönettiği 1952 yapımı kaliteli bir western filmidir, Kahraman Şerif. Gary Cooper’ın canlandırdığı şerif Kane karakteri unutulmaz bir karakterdir. Çünkü içine düştüğü girdap öyle sembolik ve öyle bildiktir ki onu o girdaptan kurtulmaya çalışırken izlemek kendi hayatımız üzerinde düşünme imkanı verir bize.
5 dalda Oscar adaylığı olan film, Şerif Will Kane’in, hapse tıktığı azılı düşmanı Frank Miller’ın serbest bırakıldığını ve intikam için kasabaya döneceğini öğrenmesi ile başlar. Kardeşi ve iki silahşoru da tren istasyonunda Miller’ın öğle treni ile gelişini beklemektedirler. Tren durduğunda dört adam kasabaya geleceklerdir. İntikam vaktine sadece birkaç saat vardır ve Şerif Kane az önce dünya evine girmiştir…
İşte film, tam da burada başlar…
Şerif balayına çıkmaktan vazgeçer ve kasabada kalmaya karar verir. Kasabasını bu kötü adamlara karşı savunacaktır… Bunu yaparken, kendisine hayranlık besleyen, kasaba için verdiği mücadeleyi takdir eden kasabalılar tarafından da yalnız bırakılmayacağına emindir. Bunun için, karşılaştığı dost- arkadaş herkesten, yardım ister. “Gelin onlara karşı birlikte savaşalım” der. Hatta kiliseye giderek cemaate bir konuşma bile yapar. Onları kasabalarına sahip çıkmaya çağırır. Ne var ki korku insanlarla şerif arasına görünmez duvarlarını örmüştür bile. Şerif bütün uğraşılarından eli boş döner. Halbuki daha saatler önce, yani o uğursuz haber gelmeden önce etrafı dost bildiği insanlarla çevrilidir. Fakat aynı insanlar kötülükle olan o büyük randevusuna eşlik etmekten ısrarla kaçarlar.
Şerif Kane dostları tarafından terkedilmiştir.
Artık acı gerçekle tek başına yüzleşmek zorundadır…
Bu filmi sevme nedenlerimden birinin daimi yalnızlığımızı harika bir şekilde betimlemesi olduğunu düşünüyorum…
Bu yalnızlık durumunu bana tekrar hatırlatansa yaşadığım bir sahne oldu… Bundan iki hafta önce, kalbindeki üç tıkalı damarın açılması için görevliler babamı soğuk ameliyathaneye götürüyorlardı. Babam damarlarının tıkanmasına neden olan o yemekleri yerken, sağlığını elinden alan hayat tarzını sürdürürken kuşkusuz yalnız değildi. Etrafında, onu o hayata, o sağlıksız gıdalara teşvik eden sevenleri olarak bizler de vardık. Onu adım adım kalp krizine götüren yolun taşlarını birlikte döşemişken şimdi ameliyathaneye yalnız başına girmesini seyrediyorduk. Kuşkusuz yapabileceğimiz başka bir şey de yoktu.
İşte bu sahneyi görünce Şerif Kane’in etrafındaki kalabalığa rağmen ölümle tek başına yapmak zorunda kaldığı, hayat dersleriyle dolu düelloyu tekrar hatırladım.
****
Zaman zaman hayatın görünür yüzünün karmaşası, iş yaşamı, sosyal medyadaki sanal arkadaşlar, reklamlar, her bölümünü izlediğimiz dizi filmler, okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz müzikler, galibiyetiyle sevindiğimiz takımlar ve kimi zaman, dahil olduğumuz muhabbet halkaları, o kopkoyu yalnızlığımızı perdelerler.
Bütün o koşuşturmanın içindeyken hakikatte yalnız olduğumuz gerçeğini duyumsamakta zorluk çekeriz. Kitle iletişim araçlarından dolayı modern insanın yalnız başına kalmasının bugün son derece zor olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Gün içinde o kadar çok dışsal faktör gözlerimizden girerek zihnimize doluşuyor ki, düşüncelerimizle baş başa kalmayı, zayıflıklarımızı keşfetmeyi, kendi doğamızı incelemeyi, içimizin uçurumlarına bakmayı başaramıyoruz. İçimiz o kadar çok insan, fikir, imaj ve duygu ile dolu ki! Fakat kötü olan, bunların çok azının bizim tercihimiz ile orada olmaları…
Bu yüzden tamamen özgün düşündüğünü, düşünme sürecine hiçbir şeyin etkide bulunmadığını, söylediği şeylerin bütünüyle kendine ait olduğunu söyleyen o iddialı modern tiplere ve bu söyleme inananlara kuşkuyla bakmakta fayda var. Modern toplumda hepimiz, tepeden tırnağa modifiye edilmiş araçlara benziyoruz. Modern zihin kitle iletişim araçlarının işgali altında bir zihindir.
Bu işgal düşüncelerimizden başlayarak davranışlarımızı, aldığımız kararları da biçimlendiriyor maalesef. İşgal edildikçe, biz, biz olmaktan uzaklaşıyoruz… Her birimiz kendi aklımız, kalbimiz, tercihlerimiz olduğu halde başkalarının hayatlarını yaşayan kopya insancıklara dönüşüyoruz…
Kararları kitle iletişim araçları, aile ve kültür ile koalisyon yaparak alsak da; kararlarımızın sonuçlarıyla yüzleşme zamanı geldiğinde kaçınılmaz bir yalnızlıkla kuşatılıyoruz.
Şerif Kane gibi onurumuzu korumak istediğimizde düşman hayatla tek başımıza karşılaşıyor, o lezzetli yemekleri kiminle yersek yiyelim, ameliyathaneye yalnız giriyoruz… Çocuğumuz, ya da anne babamız bile söz konusu olsa, kimse bizim yerimize hayat sınavını veremiyor, öğrenemiyor, dönüşemiyor, ne kadar sevse de acı -açlık çekemiyor, ölemiyor, ameliyathaneye giremiyor aslında… Biz de kimsenin yerine…
Filmin ve babamın ameliyatının bir başımıza oluşumuzla ilgili söylediklerini düşünürken bir ayet meseleyi daha net görmemi sağladı.
O ayet şöyle söylüyor: “Kimsenin kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin fayda sağlamayacağı ve kimsenin yardım görmeyeceği günden sakının.” (Bakara-123)
Bence bu ayet diğer anlamlarının yanında bizim gerçek dışı insan ilişkilerimiz üzerine çok önemli bir bakış açısı sunuyor. Bu bakış açısı bizim gibi güçlü geleneksel bağları, yakın aile-akraba ilişkileri, kayıtsız kalınamayacak kamuoyu etkisi olan bir toplumda daha da çarpıcı hale geliyor. Bu ayet hayatını “el âlem ne der?” korkusuna, beklentisine göre yaşayanlara, nihai hesabı “el âlem” in ödemeyeceğini ihtar ediyor. Bu ayet, ne yapsak kaçamayacağımız yalnızlığımızı, Alemlerin Rabbi tarafından tescil ediyor. Ayet sanki “Yalnız ölecek ve yalnız sorguya çekileceksiniz; o kalıcı sandığınız sathi ilişkilerinize bu derin gözle bakın!” diyor. Bu bakış açısı da tüm ilişkilerimizi, kültürün bize öğrettiği anlamsız alışkanlıkları, ebeveyn ya da evlat olmak gibi rollerimizi ve de onlara yüklediğimiz abartılı anlamları yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılıyor bana göre. Körleşmiş gözlerimize irkiltici hakikati işaret ediyor…