“Çile ikisinin de vazgeçilmez şartıdır.”
Yani eriştirici alperen ile şairin…
Böyle yazıyor Sezai Karakoç Yunus Emre kitabında.
Yunus Hacı Bektaş kapısındadır ve eriştirici ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Şair olarak topluma çevirmiş perspektifini… Sanatı ve toplumu perspektifine alıyor.
“İkisi de şiddetli duyuşlara götürür. Sanatla din, yüksek planda uyuşuyor. Tolstoy’dan da bir adım ötesidir bu. Tolstoy, Kierkegaard’ın estetik plan dediği sanattan din planına sıçramış ve o planda estetiği, sanatı red ve inkâr etmiştir. Yunus’sa estetik planını bir haz planı olmaktan çıkarmış, o planı çekip din planına uzatmış ve yerleştirmişti. Bu yüzden yaşlılığında da hem sanat, hem eriş yolunun yemişlerini topladığını görmüştü. ona çift sofra inmişti gökten: Din ve Sanat. Düz yoldan gittikleri halde arkadaşları, o hem düz hem dolambaçlı yoldan gitmişti.
Böyle bir yazar sanat biçimlerinin sultasından kendisini kurtarmış, sanat ocağına kurumaz tükenmez bir kaynak bulmuş olur. sanat bir yüksek fırınsa fikir o ocağı besleyen maden damarlarıdır. ocağa ham madde vermezseniz ve buna rağmen ateşlemeye devam ederseniz fırın içindeki son kırıntı ve kalıntıları da yaktıktan sonra kendini içten yemeye başlar. tersine gerçek bir fikre angaje olmuş yazar, hem sanatın hem fikrin yemişlerini toplar.
Nitekim Yunus’un ömrünün son zamanlarında, gerek şiirinin, gerek fikrî ve ülkücü çalışmasının halk tarafından anlaşıldığını gördüğü, bu çift başarı sevincini tattığı, kemal yolunun tamamlanıp anayurda ölüm ötesine huzur içinde geçiş günlerinde, önüne çift maide(gök sofrası) halinde bu ilahi nimetlerin saçıldığını idrak ettiği ortaya çıkıyor.” (Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları İstanbul 1977)
Molla Kasım’dır bir anlamda bu doygunluğun idrakindeki yeryüzü temsilcisi…
Şükür etmek gerektir Molla Kasım’lara…
Malum Molla Kasım sigaya çeker Yunus’u…
“Seni sigaya çeken
Bir Molla Kasım gelir”
İlk bin şiirini yakar Yunus’un Molla Kasım.
Sonra ikinci bini de…
2001’inci şiirde kerametli şeyler bulur Kasım…
Derler ki, bize kalan bu 2001’inci şiirden sonrakiler…
Sezai Karakoç’un Yunus Emre kitabında ülkücülük bahsi çok ilginç.
Benim de baştan beri ülkücülükten anladığım bu…
Yunus’un ülkücü çalışmaları dediği gök sofrasına mehaz teşkil eden hasbî medeniyet kurgusu…
Ama mayanın izini sürmekten ve o tarifsiz adanmışlıktan başka bir gaile olmayacak başlangıçta…
Sanat, din ve fikir…
Fikir yoksa sanatın labirentlerinde dolaşmak da neyin nesi?
Fakat sanatın yaratıcı mayasına ruh kökü kadar yakın bir estetik duyuş icap ediyor.
İşte Yunus’un ülkücü çalışması fikrî ve sanatsal çalışmasına maya oluşturuyor.
Bin yıllık mayamızın dönüştürücü mahiyeti işte bu yüzden en farklı olanları bile bir potada eritebiliyor, yekpare bir kimliğe eriştiriyor.
Şeyhinin eriştiricilği ile Yunus’un hasbi sanat ve hasbi din ve hasbi fikri o eriştiriciliğin yeryüzü cennetini inşa ediyor.
Yani huzur ikliminin, yani faziletin, kanaatkârlığın, fedakârlığın, samimiyetin, mesuliyetin, merhametin, sadakatin, hürmetin, hikmetin ve aşkın fikri…
Onun saf duru dilinden yanlış değerlendirmelere gidenler var.
Yunus’un hece vezniyle yazdığını düşündüğümüz bir çok şiirinin aruz veznine de denk düştüğünü bilen kaç kişi var?
Bir Mesnevi tarzında eser olan Risaletün Nüshiye’yi yazan da Yunus’tur.
Yunus’un koskoca bir Divan’ı var.
Mevlana ile de arasında çekişme ve/yahut zıtlıklar olduğu da bir vehimdir.
Mevlana ajan mıydı?
Yunus, Mevlana’ya saygılıdır ve onun büyük yerini son derece idrak etmiştir.
“Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” diyen de Yunus’tur.
Sezai Karakoç, Mevlana aleyhine günümüzde daha çok şirazesinden çıkan söylemleri zamanında keşfetmiş olmalı ki; Yunus Emre adlı eserinde Mevlana ile Yunus’un derin maya kardeşliğini işaret ediyor. Mevlana’nın Fih-i Mafih eserinden alıntılayarak onun Moğol ajanı suçlamasına lüzumsuz yere muhatap olduğunu belirtiyor. Moğol istilasının başlangıcında Hakka büyük yakarışı ile hükümdarın önüne çıkana galabe çaldığını, ama sonunda masum Anadolu halkının zayıflığına acıyan Yaratıcının onları kahredeceğini yazıyor Mevlana eserinde.
Mevlana ile Yunus’un, her ikisiyle Hacı Bektaş’ın derin fikri akrabalığı, maya kardeşliği vardır. Bunu idrak edemeyenler her üçünde de kendi yanlış çıkışlarına malzeme aramaktadırlar.
Üçünü karşı karşıya getirmenin bu topluma da, bu toprağa da bir faydası yoktur.
Yoktur zira ancak kendilerini yakarlar. Yoktur zira ne bu toplum ne de bu toprak toprağının ideolojisine yani fikriyatına uymayan hiçbir sanatı kabul etmez, benimsemez.
“Devlet ve toplum yapısı zayıfladıkça, toplumda menfilik, gayri memnunluk arttıkça gelişmesi ve Anadoludaki eski dini artıkların ve toplum motiflerinin kılık değiştirerek veya yeni sembollerin postuna bürünerek onları paravana yaparak yaşamaya çalışması ve buna da ek olarak bu üstün kişilerin yaydıkları aşk yolunun yer yer anlaşılamaması, bu yıkıcı hareketin halkça çok sevilen bir kişiye bağlanması gibi birçok faktörün bir araya toplanmasından çıkıyor olsa gerektir.”
Gerek Mevlana’nın Mevleviliğin ötesinde anlaşılması, gerekse Hacı Bektaş Bektaşiliğin ötesinde anlaşılması bugün de kaç asırda olduğu gibi millî bir meseledir.
“Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmaya geldim”
Bugün bu üç eriştiricinin ve tabii ki şairin fikriyatından dersler çıkarmalı…
Mesela liderler, kendilerini sigaya çekecek Molla Kasım’lara gerçek anlamda ihtiyaç duysalar ne güzel olur…
Türkiye “Sahibinin sesi köpek marka plakların kâzip şöhretlerinden” kurtulur.