Oğuz Atay’ın bir öğüdü vardı, “canı sıkılan adamı can sıkarak anlatma” diyor.
Canı sıkılan bir ülkeyi can sıkmadan nasıl anlatmalı?
Son 24 saatte Güneydoğu’daki savaşta 64 insan ölmüş.
Ölen o genç çocukları “asker” ya da “PKK’lı” olarak değil de “insan” olarak görenlerin sayısı da o ölümlerle birlikte gittikçe daha da azalıyor.
Kan emmiş bitler gibi insanların nefretle şiştiğini görüyoruz.
Karşılıklı nefret kabardıkça kabarıyor.
Bunca ölüm, bunca nefret.
Bir gün toplum olarak çatlayacağız ve göğsümüzden nefretle iltihaplanmış kan fışkıracak.
Daha da can yakıcı olan gerçek ne, biliyor musunuz...
Bütün bu acıları yaşamak zorunda değildik.
Bu insanların ölmesi kaçınılmaz bir kader değildi.
Biz bunu tercih ettik.
Kendimizi, “insan haklarına” layık görmedik, insan haklarına sahip olmak için mücadele etmedik, insan olduğumuzu, hakkımız bulunduğunu haykırmadık.
Türk olmaktan, Kürt olmaktan, Müslüman olmaktan, Kemalist olmaktan Sünni olmaktan, Alevi olmaktan bir adım yukarı çıkamadık.
O basamakta takılıp kaldık.
Zehirlendik hepimiz.
Hiçbir şey icat etmemiş ama hep savaşmış bir toplumun çeşitli kimlikteki çocukları olarak “yenmek” bize en kutsal, en yüce değer gibi gözüktü.
Hâlâ “yenmek” istiyoruz.
Hep yenmek istiyoruz.
Sanki “yenersek” bu büyü bozulacakmış gibi her yerde “galibiyeti” arıyoruz.
Yendiğimiz kimse yok.
Gelip durduğumuz yer, kendi yoksul çocuklarımızı insafsızca öldürdüğümüz bir yer işte.
Roma’nın vahşi imparatorları gibi yüzünü görmediğimiz insanların ölümü için başparmağımızı aşağıya çevirip “öldürün” emri veriyoruz, öldürülenlerin kendi çocuklarımız olduğunu bile unuttuk artık.