İyi gün dostları ile mahşerde mahcup olanların hali...
Ancak kendisi bu çokluktan fazla etkilenmiyor, bunların vefalı dost olup olmadığını denemeyi bile düşünüyordu. Nitekim bir kır sohbetinde düşündüğünün doğruluğunu öğrenmek isteyerek çevresinde toplanan dostlarına yanındaki taşları, toprakları fırlatmaya başladı. Bunun üzerine etrafındakiler:
- Hocamız kafayı bozmuş, çekilelim yanından! diyerek birer ikişer uzaklaşmaya başladılar. Şibli ise bu defa uzaklaşan dostlarına şöyle seslendi:
- Nereye benim sahte dostlarım nereye?
Dediler ki:
- Biz senin dostunuz ama sen de bize taş toprak fırlatıyor, bizi rahatsız ediyorsun!.
Şibli tebessüm ederek cevap verdi:
-Şayet siz gerçek dost olsaydınız hocamız kafayı bozmuş diyerek çekilme yerine, hocamız hastalanmış hemen tedavi ettirelim de kimseyi rahatsız etmez hale gelsin, diyerek daha fazla vefa gösterip yanımda olacaktınız. Demek ki sizler hep iyi gün dostusunuz. Henüz dosttan gelecek sıkıntılara sabredecek vefa ve sadakate ulaşmamışsınız.!
Ne dersiniz bu olaya? Dostlarımıza vefamız, menfaat gördüğümüz müddetçe mi bizde de? Gelmesi muhtemel eziyetlere bizim de sabrımız yok mu yoksa?
2- Hicri 198'de Mekke'de vefat etmiş olan büyük mutasavvıf Süfyan bin Uyeyne:
"Mahşerde üç sınıf insanın mahcubiyeti derin, mazereti geçersiz olacaktır." der ve onları şöyle sıralar:
* Amel ve ahlakta hizmetçileri kendilerini geçen zenginler mahşerde mahcup olacaklar.
* Geride kalan mirasçıları hayır yapmakta kendilerini geçen mal sahipleri de mahşerde mahcup olacaklar!
* Okuttuğu öğrencileri amel etmekte kendilerini geçen hocaları da mahşerde mahcup olacaklar! Sebeplerini de şöyle açıklar:
- Amelsiz zenginler, yoksulduk, çalışmaya mecburduk, amel etmeye fırsat bulamadık diyemeyecekler. Çünkü kendilerini geçen hizmetçileri kendilerinden de yoksuldular, onlar da çalışıyorlardı.
- Malımız yoktu da onun için yoksula yardımda bulunamadık diyemeyecekler, miras bırakanlar. Çünkü mirasçıları, bıraktıkları kendi mallarından yaptıkları yardımlarla geçtiler kendilerini.
- Bilmediğimiz için amel edemedik diyemeyecek hocaları. Çünkü öğrencileri kendilerinden öğrendikleriyle geçtiler kendilerini. İşte bu üç sınıf, yakınlarının kendilerini geçmelerinden memnun olsalar da kendileri geride kaldıklarından mahcup olacaklar, mazeret bulamayacaklar.
Şimdi sıra bizde. Bizler ne durumdayız bu konularda? Gerilerde kalıp da mazeret arayanlardan mı olacağız yoksa? Düşünmeye değer mi?
3- Hicri 104'te Kufe'de vefat eden İmam-ı Azam'ın da hocası sayılan İmam-ı Şaabi, yaptığı vaazlarını hep dinleyip hiç konuşmayan bir adama sordu:
- "Neden hiç konuşmuyor, hep dinliyorsun?"
Suskun adamın cevabı hem tebessüm hem de tefekküre sebep oldu. - Ben dedi, buraya bir şeyler almak için geliyorum, vermek için değil. Bunun için de hep kulağımı kullanıyorum, ağzımı değil. Zira dedi, kulağımdan giren bana bir şeyler öğretir, onunla amel ederim. Ağzımdan çıkan ise bir şeyler öğretmez sadece ben de bir şeyler biliyorum gururu vererek aldatır, amel etmekten geri kor. Bu cevabı tebessümle dinleyen Şaabi:
- Ey sessiz adam! dedi, bir konuştun pir konuştun. Amel etmek için değil de anlatmak için dinleyenlere ders olsun senin bu halin..
Ne dersiniz, bu cevabın bize de işareti var mı? Okuduğumuzu, dinlediğimizi hep başkalarına anlatmak için değil de önce kendimiz öğrenip amel etmek için mi okuyup dinlemeliyiz?