İş işten geçmeden
Her gün bir yerdeyim. Edirne Van, Bartın’dan gelip, Malatya’dan Denizli’ye gidiyorum..
Bakın insanlar rahatsız. Bunun AK Partilisi, CHP’lisi yok, herkes tedirgin. İnsanlar bu işin böyle gitmeyeceğini bir yerde kopacağını gördü. Siyasetçiler söylem ve eylemleri ile bindikleri dalı kesiyorlar. Birçok kişi “kurtulmak” diye, rakibinden kurtulmaktan söz ediyor. Onlar olmasa sanki memleket güllük gülistanlık olacak.
Son olarak Sinan Aygün ile Mansur Yavaş arasındaki 25 milyonluk rüşvet tartışmasını görüyorsunuz. Belediye başkanı da tartışmanın içinde, belediye bürokrasisi de. Belediye Meclisi de işin için de, CHP genel başkanı da. İşin için de FETÖ de var. Hadi çıkın işin içinden çıkabiliyorsanız.
Sinan Aygün CHP milletvekili. Mansur Yavaş CHP belediye başkanı. İkisi birbirine girdi. CHP grubu sus-pus, millet ittifakından da ses yok. CHP medyasının AK Parti’ye karşı meydan okuyan “ateş parçaları”ndan da ses çıkmıyor.
Arkadaşlar, bu işler çığırından çıktı. Bir kara delik oluştu, bir dehşet dengesi oluştu kamu piyasasında. Adına rant mı dersiniz, rüşvet mi, gasp mı, hırsızlık mı? Bunun sağcı, solcu, liberal, milliyetçi, ulusalcısı geçineni yok. Hepsinde bu tür birileri var ve bunlar da bulundukları yerde itibar gören, güç ve otorite sahipleri genelde. Kiminin kripto ilişkileri var, kiminin “yargı dokunulmazlığı” sanki. Bu işler öyle “sır” filan da değil. Bu işlerin bu kadar şüyu bulması, vukuu kadar beter bir durum ayrıca.
Siyasetçilerin oğlu, kızı, damadı, gelini, eniştesi, kayınbiraderi, kaynana, kayınbaba, dayı, hâlâ, amca teyze, yeğen farketmiyor, herkes bir şekilde bu pisliğe bulaşmış. Millet akraba-i taallukatını toplayıp gelmiş yetmiyor hemşeri desteği de alıyor.
Yiyin efendiler yiyin bu hanı iştiha sizin / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Tevfik Fikret, “Han-ı Yağma” şiirini, 1912’de, devlet içindeki yolsuzlukları eleştirmek için yazmıştı. Arkasından 18 Mart 1915 yılında Çanakkale başladı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalattılar. 18 Mart 1915 yılında Sevr’i önümüze koydular. 24 Temmuz 1923’de Lozan’ı önümüze koyup, ölümü gösterdiler ve hastalığa razı ettiler.
Fuzuli “Şikayetname”sini ne zaman yazmıştı! “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar” (…) “Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim ve mey’us ü mahrum guşe-i uzletime çekildim.”
Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. Hırsız çalma “fetva”sını bir “Belam”dan almıştır. Şeytan onları “Allah ile aldattı”!. Bakınız Fatır suresi 5-6: “Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, o aldatma ustası da Allah hakkında sizi kandırmasın.. Şüphe yok ki şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman bilin.”
Kanuni 1534’de Bağdat seferinde Fuzuli ile tanışır. Fuzuli şikâyetnamesini o yıllarda yazar. 1453’den 81 yıl sonra, daha bir asır bile geçmeden, Devlet-i al-i Osmani’nin en güçlü olduğu yıllar.
21 Temmuz 1718 - 28 Eylül 1730 Lale Devri! 84 yıl sonra da Lale Devri’dir. Dönem, tam da Fetih ile Lale Devri’nin orta zamanıdır. 1839 - 1876 Tanzimat, inkâr ve yabancılaşma. 1889-1918, Halifenin Selanik’te, Alatini Efendi’nin evinde mecburi iskâna tabi tutulduğu yıllar. İttihat Terakki işbaşındadır. İttihat Terakki’nin askeri kanadı çökünce siyasi kanadı Cumhuriyeti ilan etti.
Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir, ibret dersidir. Bir toplumun orak hafızası ve tecrübeler birikimidir. İbret almayanlar için tekerrür eder.
Araf 176’da mealen buyurulur ki, “O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.”
Müslüman, “Belam” gibi beddua etmez, lânet okumamalı, aksine onları cehennem çukurunun kenarından kurtuluşuna vesile olmak için Taif’e giden Peygamber gibi olmalıyız. Hz. Yusuf’un kardeşlerine davrandığı gibi davranmalıyız. Peygamberimizden, savaş yolunda, “kâfirlerin yok olması için” beddua etmesini istediklerinde, “Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim” buyurdu. Enbiya 107’de de mealen, “Seni âlemlere rahmet olmak üzere, iyilik için gönderdik” buyuruluyor.
Yönetim, bir yandan kendi içindeki “AKP”lilerin baskısı altında. Bir yandan muhalefet ve öte yandan uluslararası komplolar ve baskılarla karşı karşıya!
Bakın, Allah’ın kolaylaştırdığından daha kolay, zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur. Allah’ın yardımını kalmadan kurtulamazsınız. Ama Allah, cahil, zalim, fasık ve müfsidler, mürtefinler topluluğuna yardım etmeyeceğini söylüyor. Onlarla beraber olmayın. Onları çevrenizden uzaklaştırın, haram mal içinde cehennem ateşinden bir parça taşır, sizi ve diğer mallarınızı da yakar!
Bu vurguncu taifesi “Brütüs”lerle doludur. Yarın dostlarını satarlar. “Zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur” denmedi mi. Haram mal, haram makam saadet getirmez. “Dehşet dengesi” güvenlik sağlamaz. Allah o topluma tuzak kuran ve kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklarla plan yapanların hilelerini onların başına geçirir. Ne ömürlerinin ve ne de işlerinin bereketi olmaz.
Gelin sözü dinleyelim ve yanlışına hep birlikte karşı çıkalım. Hayırda yarışalım. Şunu görelim artık, “sağı-solu birbirimize karşı kazanacak bir zaferimiz yok, birlikte kazanacağımız tek zaferimiz var”. Erdem üzerine bir olalım. Vahdet yolunda İttihad dinde birlik, erdem yolunda akıl, adalet duygusu, ahlak ve vicdanda birlik İttifak, başkalarının temel hak ve hürriyetlerine yönelik tehdit oluşturmama ilkesi üzerinden, nimet ve külfet dengesine dayalı İtilaflar gerçekleştirelim. İşi ehline verelim, istişare ve şura yapalım ve haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun mazlumdan yana, zalime karşı olalım. Sözü dinleyelim, işe bakalım, doğrusuna destek verip yanlışına karşı çıkalım. Babamız ya da düşmanımız da olsa, bunu bu konuda hesaba katmayalım. Bir topluluğa olan öfkemiz bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmesin. Merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olsun. Başka çare yok, yoksa gidişat iyi değil. Ve asıl mesele, asgari ücret, münhasır ekonomik bölge, Kanal İstanbul ile açıklamayacak kadar can alıcı. Ama birileri bu gerçeği görmek, duymak istemiyorsa, ne yapabiliriz ki! Ah! “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım”. Bir de, siyaset, iş, içtimai hayatta öyle şeyler oluyor ki, kim kimdir anlayamıyorum. Alamet-i farikalarını kaybetmiş kalabalıklarla varılacak yer bellidir. “Aman efendim aman, galiba ahir zaman”. Bir “kollarımı makas gibi açarak” haykırmadığım kaldı! Fe eyne tezhebun! Gidişat iyi değil, zaman kaybediyoruz. İş işten geçmeden, çok geç olmadan, kim ne yapacaksa.. Korktuğumuz sadece İstanbul depremi değil.
Selam ve dua ile.