Arapça Kitap Fuarı, kurucu kaynaklarımızla buluşturacak...
Türkiye'de bizim klasiklerimizi Arapça orijinal hâliyle yayımlayan en önemli Arapça yayınevlerinden Haşimî Yayınları ve yöneticileri Ahmet Kasım Fidan Ağabey ve Ali Sözer kardeşimin heyecanlı gayretleriyle Türkiye'de bir ilke imza atıyor bugünden itibaren: Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ve başkanı Mahmut Bıyıklı kardeşimin desteğiyle Arapça Kitap Fuarı gerçekleştiriyor.
HAŞİMÎ YAYINLARI VE TYB'NİN TARİHÎ BİR GİRİŞİMİ
Fuar, TYB'nin Sultanahmet'teki Kızlarağası binasında bugün itibariyle başlıyor ve Şubat'ın 21'ine kadar sürecek.
Arapça Kitap Fuarı'nın karşılık bulması için, Arapça eğitim veren medrese gibi kurumların canlanıyor olması gerekiyor.
Son yıllarda Türkiye'de külliye konsepti çerçevesinde medrese eğitiminde bir patlama yaşanıyor. Bu fuarın düzenlenme gerekçesi de bu eğilimin kitap ihtiyacını karşılamak. Dolayısıyla bunun da ötesinde Türkiye'de fikir ve akademi hayatında bizim kurucu klasik kaynaklarımızla bizzat kaleme alındığı dille, Arapça'yla irtibata geçmek.
Fuar, bu açıdan hayatî ve tarihî bir işlev üstleniyor: Türkiye'nin dışında Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Suriye gibi ülkelerden de çok sayıda ilim ve fikir adamını Türk okuyucuyla buluşturacak kapsamlı söyleşi, konferans ve seminer programları düzenliyor.
Bu önemli fuarı ve etkinliklerini kaçırmamanızı öneririm hararetle.
MEDRESENİN VE MEDENİYETİN ÇÖKMESİ
Burada medrese meselesine bir kez daha en temelinden bakma ihtiyacı hissediyorum.
Türkiye'deki -özellikle zihin-özürlü entelijansiya tarafından- çarpık anlaşılan konulardan biri medrese konusu.
Medeniyetin çökmesi, medresenin de çökmesini beraberinde getirdi. Tersi de doğru: Medresenin çökmesi, medeniyetin temellerini sarstı ve çökmesiyle sonuçlandı.
Ulema gitti, “film koptu”: Medeniyet gökkubbemiz çöktü, üzerimize yıkıldı: “Baş''la “gövde” birbirinden ayrıldı. Müslümanca biliş, duyuş, düşünüş, zevk ve beğeni biçimlerimiz yokoldu. Çöl'e mahkûm olduk...
Asıl yakıcı mesele şu, burada: Müslüman toplumlar, medreseye yeniden diriltici bir ruh üfleyemezlerse, yeniden esaslı bir medeniyet hamlesi gerçekleştiremezler. Müslümanca duyuş, düşünüş ve varoluş biçimini, ancak İslâmî bir maarif modeli geliştirebildiğimiz takdirde yeşertebiliriz yeniden.
MEDRESE UFKU, BATI'DA YAŞIYOR!
Bugün Türkiye'de de, İslâm dünyasında da medrese ölü; medrese ruhu, bir şekilde, Batı'da yaşıyor aslında! Batı'daki en yüksek eğitim kurumlarının başvurduğu ve yaşattığı bir eğitim biçimi ve ruhu bu.
Medrese'de yüksek fikir, alanında zirve'yi temsil eden âlimin dizinin dibine oturarak geliştirilir.
Bir meseleye yoğunlaşan ''talebe'', o meselede zirve noktayı temsil eden âlimin izini sürer ve örneğin Kurtuba'da yaşayan bu ''talebe'', sözkonusu zirve âlim Bağdat'ta, Kahire'de, Basra'da ya da Tunus'da bile olsa o âlimi bulur, onun rahle-i tedrisinden geçer.
Tabii bunun için, bir dolu yolu aşması, zorunlu icazetleri alması zarûrîdir.
MEDRESE: HABITUS, KÜLTÜREL EKOLOJİ VE RUH
Ayrıca Lapidus'un İslâm Toplumları Tarihi başlıklı özgün çalışmasında da enfes bir şekilde gösterdiği gibi, talebe-hoca ilişkisi, yalnızca bir bilgi alma-bilgi aktarma ilişkisi değil; kendi terimlerimle ifade edecek olursam, bir geleneği tevarüs etme (öğrenme), temellük etme (özümseme) ve temessül etme (örnekleyerek başkalarına iletme) ilişkisidir.
Zirve bir âlimin dizinin dibine oturan parlak bir talebe, medresede, sadece ilim tahsil etmez; o ilmi vareden ruh âlemini, hayat iklimini, zihin, davranış ve yaşayış biçimlerini de tahsil ve tevarüs, temellük ve temessül eder.
Medrese, Bourdieu'nun deyişiyle, tastamam bir habitus'tur: Bir kültürel ekoloji kaynağıdır.
Talebenin, bir medeniyetin hayatının ve hakikatinin, hassasiyet ve dikkatlerinin, idrak ve varoluş biçimlerinin geliştirdiği ve yaydığı havayı da, bu havanın ürettiği ritmleri de öğrendiği, soluduğu, duyduğu ve başkalarına da duyurma coşkusu ve heyecanıyla dolduğu bir habitus, bir ilim, irfan ve hikmet muhit'idir.
Medresede, talebe, ilim öğrenmez sadece. Karakterini, kişiliğini, duyarlıklarını da tahkim eder. Bir geleneği yaşar ve yaşatacak bir ruhla, idealle ve vecdle dolar ve kendini aşar.
Ayrıca medresede hem multi-disipliner, hem de inter-disipliner bir eğitim modeli, geçişken ve disiplinlerin birbirini karşılıklı olarak besleyen imajinatif -tastamam çağdaş- bir eğitim programı geliştirilmiştir.
İşte bu medrese modeli, bugün Batı'da -özellikle de Amerika'da- doktora programlarında adapte edilerek bir şekilde uygulanan bir modeldir. Lapidus, bu meseleyi etraflıca anlatır.
Böyle bir şeyin olması doğaldır. Çünkü Batı'daki -modern Batı'yı kuran- Paris, Oxford, Padua, Bologna, Palermo, Marburg üniversitelerinin modeli, Bağdat, Kurtuba, Ezher ve Mağrip'teki medrese modelidir.
YENİ GAZALî'LER, RABBÂNî'LER VE ITRÎ'LER OLMADAN ASLA!
Özetle, bizim tarihte geliştirdiğimiz eğitim modeli, esas itibariyle medrese ve tekke modelidir.
Müslüman toplumlar, eğer yeniden toparlanacaklarsa ve tarihe tarihi yapacak bir aktör olarak gireceklerse, bunun öncelikli yolunun, “entelektüel” tipinden değil, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinin, yeni Gazâlî'lerin, İbn Sina'ların, Mevlânâ'ların, İbn Arabî'lerin, İmam Rabbânî'lerin, Ebu Hanife'lerin, Itrî'lerin, Şeyh Galip'lerin, Bediüzzaman'ların yetiştirilmesinden geçtiğini iyi bilmeliler.
Başka türlü bir arpa bile yol alamayacağımızı, yalnızca bu ülkenin enerjisini su gibi harcamış olacağımızı, sürgünümüzü uzatacağımızı iyi bilelim, aklımızı başımıza devşirelim, kendimize gelelim; sözün özü, “evimiz”e dönelim önce, “kendi”mize, diyorum.
Ve bugün TYB'de başlayan fuarı kaçırmamanızı öneriyorum.